Fatma Asiye ŞENAT
"Başında sikke, alem hep tekke, çar-cihet Mekke..."
16 Kasım 2018 Cuma
22 Mayıs 2016 Pazar
Dua Zincirleri
“Şöyle dua edelim, şu duayı şu kadar okuyalım, şöyle bir dua
zinciri başlattık” diyen davetler geliyor. Utanıyorum, okuyamıyorum. Çünkü
Bosna’da canlar yanarken de, Boşnak kadınlar Sırp kanı taşıyan bebeklerini
taşırken de, binlerce masum şu an bile bilemediğimiz, bulamadığımız mezarlarına
duasız, kefensiz yuvarlanırken, “Açız, insan eti yiyebilir miyiz, tecavüz
sonucu hamile kaldım, kürtaj olabilir miyim?” sorularına fetvalar istenirken de
biz yine işte böyle dua ediyorduk. Adama demezler mi ne zamana kadar fiilsiz, sadece kavlî
dua? Hala aynı dağınık, mağdur İslam
coğrafyası. Hala zalim olmamaya gönül bağlamış ama aynı zamanda mazlum da
olmaması gerektiğini çözememiş İslam ümmeti. Müminleri “İnkârcılara karşı
güçlü, kendi içinde merhametli” olarak tanımlayan Kur’an hükmünü, “İnkârcılara
karşı merhametli, kendi içinde şedid’e dönüştürmüş Kur’an bağlıları.(?) Hala
gücü birbirine yeten, hala küçük hesaplar peşinde koşan, hala saçma-sapan
hassasiyetlere kafa yoran, hala Allah’ın, Resul’ün üzerinde ısrarla durduğu
konularda lakayt, öte taraftan inadına yapar gibi kitabın yazar yerinde olmayan
tali ve çoğu "özel üretim" konularda kılı kırk yararcasına özenli Muhammed
ümmeti. Hala müşrikin ile müşrikat,
kafirin ile kafirat ele ele, omuz omuza mücadele ederken müminin ile müminatın her şeyden önce aynı
yola baş koymuş dava arkadaşı, iman yoldaşı olduğunu çözememiş İslam ümmeti. Bu
sebepten hala kadınlara ayar çekerek daha dindar olmaya çalışan Müslüman beyefendiler,
tanıdığım şu beye selam versem sesim duyulur, duyulsa mı duyulmasa mı diye derin derin düşünen Müslüman
hanımefendiler. Hala aynı tatlı su
dindarlıkları… Hala “deyyusun yüzüne deyyus” diyememiş Müslümanlar. Yakınlarda
Birleşmiş Milletlerde görüşüldü Sırp mezalimi, Rusya veto etti diye Bosna’da
yaşananlara soykırım bile denemedi. Şöyle bir
güce ulaşıp onu hikmetle, adilane kullanamamış biz... Daha nereye kadar bu
zillet, meskenet? Çabuk düzelmez, tamam çünkü çürüme, bozulma yüzyıllar aldı, düzelmesi
de zaman alacak tamam, ama ne kadar? Biz daha ne kadar zaman silkinmeyecek,
daha ne kadar zaman aklımızı başımıza devşirmeyeceğiz? Dua etmek bir yönüyle topu Allah’a atmaktır,
“ben yapabileceğimi son raddeye kadar getirdim, gerisini Sana bıraktım” demeye
getirmektir bazı durumlarda. “Mazlumlara
yardım et onları kurtar Allahım” demeden önce tıpkı Güzel Peygamber’in dediği
gibi “Bizi zalim ve mazlum olmaktan koru” diye dua etmek gerekiyordu belki,” Dua
edebini öğret, dua etmeyi öğret, özüyle
ve sözüyle dua edenlerden eyle. ..” diye yakarmak lazımdı, bilemedik,
yapamadık. Bütün bunları söylemekle asla
duanın gücünü küçümsemiyorum ama bir yerlerde bir şey eksik, onu da fark etmek
lazım. Ben kendi adıma iki aşamalı bir tarz tutturdum, gidiyorum: 1.Şu yarım
yamalak, eciş bücüş dualarımı kabul et Rabbim, ben bana düşeni yapamadım,
benden öncekiler de yapamadı ve ondan öncekiler de. Bizim beyinsizliğimiz, eblehliğimiz yüzünden
masumların incinmesine izin verme. Sen al onların gönlünü. Şu yangın yerinden bir ders çıkarmayı nasip
et ki bize, onlar bu acıları boşu boşuna yaşamış olmasınlar.” demek. 2. Bir de
bu dualarla birlikte, her ne iş yapıyorsam onu en iyi şekilde yapmayı boynumun
borcu bilmek, karınca gibi olmak.
Bu meskenet hali tek bir ferdin doğru adımlarıyla kalkmayacak
üstümüzden ama o bir ferdin doğru adımı olmadan da olmayacak hiç bir şey.
16 Mayıs 2016 Pazartesi
Öğretmenlik Bir Bayrak Yarışıdır
Dini Hitabet dersindeyiz. Toplumun, dinin temel değerleriyle çelişmeyen kültürünü ötelemenin ilahiyatçıya bir faydası olmadığını, aksine zaman ve zemin kaybettirdiğini, değişim istenen konularda bile önce tanımanın ve kendi bütünlüğü içinde saygı göstermenin önemini konuşuyoruz. Okunmuş pirinç, şeker vs. şeylerin plasebo etkisine sahip olabileceğini söyleyince öğrencimin hayret içindeki cümlesini duydum:" Hocam, valla sizin de bilmediğiniz bir şey yok." “Hay yavrum, bizi öyle olalım diye okutuyorlar ya bu kadar mı!” desem, öğrencinin ağzından olanca doğallığı ile dökülen bu cümlenin işaret ettiği günlük hayattan kopuk hoca beklentisine üzülsem mi bilemedim. Ben bu filmi önceden görmüştüm dedim kendime sonra: Kıymetli Hocam Beyza Bilgin derste öyle güzel değerlendirmeler yapardı ki... Önce büyülenirdim, sonra da canım sıkılırdı, bu benim aklıma nasıl olur da gelmez diye. Durum bir yanıyla -cin olmadan adam çarpma sevdası sebebiyle- komikti, diğer yanıyla da kıymetli.- kendimi yılların profesörü, alanının duayeniyle yarışma içinde hissediyordum demek ki.- Bu ikili duygu halini ta uzun yıllar sonra fark edebilmiştim ancak. Öğrencimde de böyle bir yarışma hali sezinledim, ses tonunda çok hafif bir içerleme de vardı çünkü, sevindim. Öğretmen olmak bir bayrak yarışında oyuncu olmak bana göre, benden öncekilerden aldıklarımı işleyip geliştirerek benden sonrakilere iletmek, onlara zaman ve deneyim kazandırmak demek. Benden daha başarılı olan bir öğrenci, oyunu iyi götürdüğümü de gösterir bana. Benim bazen çok zaman kaybedip öğrendiğim şeyleri o kolayca alsın da yeni ufuklara yelken açsın, emeğini başka yeni şeyler öğrenmeye harcasın, zorlanarak edindiğim deneyim onun işini kolaylaştırsın isterim. Öğretmenlik hayatımın tatlı hatıraları arasına karıştı böylece bu kısacık konuşma da. Bir de dua: Günün birinde bu öğrenci de “Yaa, derste ben ne dediydim Hoca’ya öyle!” diye hatırlasın, tahlil etsin kendini, gülsün ve sevinsin o gün durduğu noktaya.
17 Şubat 2016 Çarşamba
Biz hayatı çok sevdik, ölümü ise hayattan çok.
“Azrail birine uğramış canını
almak üzere. Hiç ölesi yokmuş aksi gibi o kişinin de. Pazarlığa girişmiş Azrail’le:
“Hiç hazır hissetmiyorum kendimi, bugün
git sonra gel.” Azrail ne kadar “olmaz öyle şey” dediyse de ikna edememiş ölü
adayını, dedik ya hiç ölesi yokmuş zavallının. En sonunda pes etmiş Azrail, bir
sorayım demiş. Olacağı varmış, tamam denmiş, bir on yıl daha yaşamasına izin
verilmiş.
Kalan zamanını bambaşka bir görünümle geçirmek isteyen kadıncağız o sevinçle soluğu güzellik merkezinde almış. Ardından kuaför, giyim kuşam… O kadar
güzelleşmiş ki… En son uğradığı mağazadan
çıktığı an… bir araba çarpmış ve ölmüş. O hışımla Azrail’e çıkışmış: “ Hani on yıl
daha yaşayacaktım, neden döndün sözünden?” Azrail şaşırmış: Ay kız o sen miydin? O kadar değişmişsin ki
tanıyamadım.”
Bu fıkrayı bir taziyede dinlediğimi söylesem şaşırır mısınız, hem
de cenaze sahibinden, 40 kusur yıllık eşini 4-5 gün önce kaybetmiş bir teyzeden?
Sizi bilmem, ben şaşırdım. Fıkrayı anlatan hanım güler yüzlüydü, pembe çiçekli
bir elbise giymişti, pembe düz renkte bir eşarp bağlamıştı üstüne. Taziyede
görmeye alıştığımız bir giyim tarzı değildi kısacası. Kızı, babasının bayram
günü vefat etmiş olmasıyla, ölümü ve cenaze işlerini şık kıyafetlerle karşılamış
olma arasında bağ kurmuştu. Babası evde gelişigüzel kıyafetlerle
dolaşmalarından hiç hoşlanmazmış, “cenazesinde tam da onun istediği gibi çok
şıktık” diye seviniyordu. Teyze, eşinin kendisine yaptığı doğum günü
sürprizinin etkisi altındaydı hala, amca pasta göndermiş ona o gün. “Nasıl
yani?” demeyin, “Ben öldükten sonra da yengene doğum gününde pasta göndermeye
devam et” diye anlaşmış bir arkadaşıyla. Şehrin en büyük camilerinden birinde
yıllarca imamlık yapmıştı ve ardında böyle güzel bir hal üzre ölümüne mi
sevinsinler yoksa ayrılığa mı üzülsünler bilememiş bir aile bırakmıştı. Onun
hayatıyla ilgili anlatılan her şey, dolu dolu yaşanmış bir hayatı resmediyordu,
hayatı çok sevmişti anlaşılan ve bir mümin için gerekli hayat kıvamını da
yakalamıştı: Hayatı çok sevmişti, ölümü ise hayattan çok. Kur’an’a bağlandım
diyen herkese çok yaraşacak kıvam bu, nasip olsun hepimize.
Aynı bayat senaryo
Hatırlayın biz bu filmi önceden
ne çok seyrettik! Aynı bayat konu yeniden senaryolaştırıldı, aktörleri değiştirildi
ve film yeniden gösterime kondu. Aynı filmin bu topraklarda oynatılmasının 100.
Yılı şerefine tekrarının çekilmesi sadece tesadüf mü? 100 yıl önce de
karanlıklardan geçiyor ve savaşıyorduk, hiç olmazsa kimle savaştığımız
belliydi. Şimdi? Biz benzer yollardan kaç kere geçtik, bilmem kaç kere daha
geçeceğiz, kandan nemalananlar “bunlar akıllandı artık, serinkanlı olmayı her
seferinde başarıyorlar, yeni numaralar bulmamız lazım” deyip -en azından- bu
oyundan çekilene kadar. Türkiye’nin cehennem olduğu 99’da, 6 ay kaldığım
Ürdün’de çözmüştüm olayı. Empati yapmıştım, “ben dünyayı yönetmeyi istiyor
olsaydım ve karnım ve hırsım ve dahi meşrebim her tür yolu mübah sayacak kadar
geniş olsaydı, Türkiye’yi asla boş bırakmazdım” demiştim kendi kendime. Meşum
senaristlerin de bunu söyledikleri çok açık. “Kahretsin o kadar numara, o kadar
mühendislik faaliyetine rağmen bulduğu her fırsatta başını kaldırıyor bu
Türkler” diyor olmalılar... Bu bir “dış mihraklar” kaçışı değil. Başı her
sıkıştığında “ah bu dış mihraklar” vaveylasıyla kendini hiç eleştirmeden topu taca
atma kolaycılığı da değil. Ancak fark etmek lazım ki birileri için çok can
sıkıcı bir geçmişimiz, küllerinden yeniden doğacak garip bir enerjimiz ve hiç
farkında olmadığımız halde bizi diri tutan, inanılmaz kıymetli değerlerden
oluşan bir mirasımız var. Anlatmaya çalıştığım sadece Türklüğe has bir hal
değil, bu topraklarda oluşan bir sinerji. Bütün bunlar zoka atmaya devam eden
ve atılan her zokayı yutan illa olacak demek ve asıl odaklanmamız gereken alan
da burası. “İnsanlık eski vahşi hallerini terk etti artık, kendini eğitti,
insancıl oldu, herkesten önce de güçlü ülkeler başardı bunu” masalına inanıyor
muyuz? Başımıza çorap üstüne çorap örülmesine şerbetli olmak, her yeni fitne
dalgasında yerle yeksan olmamayı başarmak lazım. Demokrasi bu coğrafyada zor
diye ülkeyi alıp başka bir sahile taşıyacak halimiz yok. Bu oyunlara teslim
olmayacağız. O buna sövecek, diğeri ondan da ağır konuşacak, bunun sonu yok. Bu
oyunu ancak mümince düşünerek bozabiliriz, kin kusarak değil.
8 Şubat 2016 Pazartesi
Eşkıyanın da Asfiyanın da Allah'ı Bir
(Aylar önce kaleme alındı bu yazı ama ne yazık ki hala
güncel.)
Hanidir kendimi tecrit ettim
gündemden… Daha doğrusu çok uzun zamandır tecrit hayatı yaşıyordum da bariyerlerimi daha bir yükselttim. Ben ve
deveran arasında küçük bir kapak var, ara ara açıp bakıyorum ne olup bitiyor
diye, geri dönüyorum kendi dünyama. Çoğu
içimi acıtıyor, acıması bir şey değil, ruhumu örseliyor. İnsanlar ne cesur… Üstte Selahaddin Demirtaş’ın
resmi “din derslerini kaldıracağım” diyor, altta “dedenin yapamadığını sen mi
yapacaksın Ebu Cehil torunu” anlamına gelen bir şeyler Necip Fazıl’dan… Demirtaş’ın
Allah’la, İslam dini ile ilişkisini
bilmem, Allah’ı tanımaz olduğunu ağzından duymadım. Ben “mücerred” dünyamda
iken söylediyse bilmem.” Spekülasyon ve provokasyona sebep olmayacağını bilsem
polis cenazelerine gitmek isterdim” dediğini okudum. “Sen herkesi
kucaklayabilen doğru bir çizgiye sahip olabilseydin böyle bir korkun da
olmayacaktı.” dediğim kişi. Demirtaş’ın
başında/içinde olduğu yapı, kana hayır demiyor bir türlü, bütün önyargılardan
uzak dinlemeye çalışıyorum, nafile. Ama ona hakaret ederek gidebileceğimiz bir
yol yok, başarılı siyasetler üreterek Kürt canların üzerine yapışıp kalan şu “mağdurluk
edebiyatı” kozunu ellerinden almadıkça yürünecek yol yok. Bu insan milyonlarca kişiden şu ya da bu
sebepten oy almış, ona hakaret bu tercihte bulunanların tamamına yönelmiş olmaz
mı? Bu partiye oy verdi diye bir şarkıcıya alenen it diyenleri okudum, eleştir,
gitme konserine ama hakaret..? Terörist cenazelerine sövenler…
Diyelim gerçekten de inkar etti
Demirtaş, herkesin ömrünün son demine kadar vakti yok mu? Kimin kalbine geri
dönüşü olmayan mührün vurulduğu bilgisi kimin elinde? Kör kadıya bile” selamün
aleyküm kör kadı” demek yok bizim semtte. Allah sadece bizim Allahımız değil,
hatırda tutmak lazım. Allah münkirlerin de, müşriklerin de, eşkıyanın da
esfiyanın da Allah’ı… O Allah’ın yaratması hürmetine kuluna da özenli davranmak
lazım. Bahane hazır: “Onlar bize öyle davranmıyorlar ama.“ Kur’an inanmayanlar
özelinde söylemişti ama inançsızlıkla özdeşleştirilen hasletler içinde en önemli
unsurlardan biri oldu hep: “Bir mümin hakkında hiçbir bağı gözetmeyenler” var
ve hep olacak…. Bunu Allah söylemişken, herkesin önümüzde saygıyla eğilmesini
bekleyecek miyiz?
Bunların hepsinin ardında kadim
bir ortak dert var: Küfürle, şirkle, terörle, sarhoşluk, zina, kumarla,
yalancılık, ihanet, sahtekarlık, fikirsizlik, şükürsüzlük ve falan ve filanla, aklınıza gelebilecek nassla belirlenmiş ve belirlenmemiş her tür
melanetle göğüs göğüse sınırında tutulması gereken mücadele sürecini; kafirle, müşrikle, teröristle, sarhoş, zani,
kumarcıyla, yalancı, hain, sahtekar ve fikirsiz, şükürsüzle mücadele etmekle
karıştırıyoruz. Oysa kimin bu evsafta daimi olduğunu, kimin geçici olarak o
vadiden geçtiğini bilmek, hükmü kesmek sadece ve sadece Allah’a ait bir iş. Bizim
tutturduğumuz bu tarzın rant düzeyi daha yüksek, kabul etmek lazım, çünkü
ötekine öfke kustukça, sövüp saydıkça biz de daha Müslüman, daha temiz, daha
berrak olduğumuzu düşünüyoruz. Oysa hikaye şu: Bizim derdimiz suçluyla değil,
suçla. (Tıpkı iyi eylemleri gerçekleştirenle değil, iyi eylemlerin bizzat
kendisi ile uğraşmamız gerektiği gibi. Biz günde beş kere hayatımıza sokulan
namazın bile Allah’ın kriterlerine göre olup olmadığından emin değiliz. Biz
ancak namazın çok kıymetli bir eylem olduğunu söyleyebiliriz, yoksa ferden
ferda herkesin namazının kalitesi hakkında hüküm vakti yarın. O zamana kadar
biz ancak elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmakla mükellefiz. Eski
zaman dualarının en etkileyici cümlelerindendi: ”İbadetlerimizi paçavra gibi
yüzümüze atma ya Rab!”) Enerji suçtan suçluya,
döndüğü an, son derece kaygan bir zemine adım atılmış demektir. Bu
nedenle Demirtaş’ın fotoğrafını o cümleyle beraber okuyunca ardı sıra yürümek
zorunda olduğumuz ilkeler adına korktum gerçekten. “Zalim de olsa, mazlum da
olsa kardeşine yardım et” diyen bir Peygamberin izinden gitmekteyiz biz. “Hissettiği
kin, öfke doğru yoldan, adaletten ayırmayacaktı” mümini. Her tür olumsuz
durumda bile ilkeli davranacak şekilde eğitilen bir arka plana sahibiz biz. “Başkasının
kutsalına, değerine sövme” diye uyaran bir Aziz Kitap var elimizde… Dolayısıyla
teenni ile davranma olgunluğu herkesten önce bizim boynumuzun borcu.
Eleştirebiliriz, öfkelenebiliriz, kulağımıza hiç de kabul edilebilir şeyler
söylemeyen bu söylem başarılı olmasın diye sonuna kadar ahlaki yollarla mücadele
edebiliriz ama hakaret edemeyiz. Tamam, herkesin canı çok yandı. İnfial zamanı,
nereye evrileceği belli olmayan bir sürecin içinden geçiyoruz. İşte tam da bu
sebepten Müslümanca düşünmeye, refleks geliştirmeye en çok ihtiyacımız olan
zamanlar. Mümin olmak, her zaman taşın altına elini koymaya hazır olmayı beraberinde
getirmiyor muydu? Bu ayetler sadece telaffuz edelim de sevap alalım diye değil,
tam da böyle zamanlarda yol haritasını çizelim, rotayı şaşmayalım diye indi. Hele
Harici mantığın hortladığı bu şimdiki zaman imtihanında, dualarla, sağduyuyla
öfkeyi de, acıyı da, iktidarda olmanın gücünü de kontrol edecek güce ihtiyaç
var. Kendine bilinçli Müslüman diyecek olanlar da sloganlara sarılacaksa vah…
Şehirlerle İlişki Durumlarım
Balıkesir: Uzatmalı sevgili. Ne vuslat var, ne firkat.
Eskişehir:"Ben gözümü sende açtım" hukuku ya da yıllar sonra tekrar karşılaşılmış çocukluk aşkı.
İstanbul: Kaprisli sevgili, sadece seyirlik.
Ankara: "Büyük aşklar, büyük nefretlerden doğar." Önce nefret ettiğim, sonra her halini, her mevsimini sevdiğim, her sokağını tanıdığım, dost olduğum...(Çocukluk aşkının yıllar sonra tekrar ortaya çıkması, tahtını sarsmış görünüyor. "Sevginin çok çeşitleri var, aşk var, sevgi var, dostluk var" hükmüne bağlandı olay, en azından şimdilik.)
Kızılcahamam: Aşk yaşanır, anlatılmaz.
Bursa: Karışık. 1992 öncesi hukuka dönülür mü, incelemeler devam ediyor.
Konya: Boşanma resmen-fiilen gerçekleşmiş. Eski eş üzerinden elde ettiğin bazı yakınlıkları ömür boyu sürdürmek istersin ya, Konya'daki aziz canlar da öyle benim için. Bir ömür boyu merhabayı kesmeyeceğin eski elti, yenge gibi. Allah'tan, Mevlana'yı ve Şems'i, Sadreddin Konevi'yi Konya ile hiç özdeşleştirmemişim.
Mekke-i Mükerreme: Karışık. ????
Medine-i Münevvere: Baba ocağı, ana kucağı.
Mardin: İlk görüşte aşk. (Aşık maşukuna sadece kendisi hitap etmek için isimler takar ya.. Madem Urfa Şanlıurfa, Antep Gaziantep, Maraş Kahramanmaraş oldu, ben de Mardin'imin adını Efsunlumardin olarak değiştirmeyi öneriyor, kendim oyluyor ve onaylıyorum.)
Malatya: Sevgilinin şehri kontenjanından "sevgili." (Hemen hikaye yazmayın, burada sevgiliden kasıt; Niyazi Mısri.)
Elmalı: İki sevgilinin şehri kontenjanından "sevgili." (Sevgilinin biri Niyazi Mısri, diğeri ise Ahmed Selahaddin Hidayetoğlu Çelebim Azizim.)
Eskişehir:"Ben gözümü sende açtım" hukuku ya da yıllar sonra tekrar karşılaşılmış çocukluk aşkı.
İstanbul: Kaprisli sevgili, sadece seyirlik.
Ankara: "Büyük aşklar, büyük nefretlerden doğar." Önce nefret ettiğim, sonra her halini, her mevsimini sevdiğim, her sokağını tanıdığım, dost olduğum...(Çocukluk aşkının yıllar sonra tekrar ortaya çıkması, tahtını sarsmış görünüyor. "Sevginin çok çeşitleri var, aşk var, sevgi var, dostluk var" hükmüne bağlandı olay, en azından şimdilik.)
Kızılcahamam: Aşk yaşanır, anlatılmaz.
Bursa: Karışık. 1992 öncesi hukuka dönülür mü, incelemeler devam ediyor.
Konya: Boşanma resmen-fiilen gerçekleşmiş. Eski eş üzerinden elde ettiğin bazı yakınlıkları ömür boyu sürdürmek istersin ya, Konya'daki aziz canlar da öyle benim için. Bir ömür boyu merhabayı kesmeyeceğin eski elti, yenge gibi. Allah'tan, Mevlana'yı ve Şems'i, Sadreddin Konevi'yi Konya ile hiç özdeşleştirmemişim.
Mekke-i Mükerreme: Karışık. ????
Medine-i Münevvere: Baba ocağı, ana kucağı.
Mardin: İlk görüşte aşk. (Aşık maşukuna sadece kendisi hitap etmek için isimler takar ya.. Madem Urfa Şanlıurfa, Antep Gaziantep, Maraş Kahramanmaraş oldu, ben de Mardin'imin adını Efsunlumardin olarak değiştirmeyi öneriyor, kendim oyluyor ve onaylıyorum.)
Malatya: Sevgilinin şehri kontenjanından "sevgili." (Hemen hikaye yazmayın, burada sevgiliden kasıt; Niyazi Mısri.)
Elmalı: İki sevgilinin şehri kontenjanından "sevgili." (Sevgilinin biri Niyazi Mısri, diğeri ise Ahmed Selahaddin Hidayetoğlu Çelebim Azizim.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)