17 Şubat 2016 Çarşamba

Biz hayatı çok sevdik, ölümü ise hayattan çok.



“Azrail birine uğramış canını almak üzere. Hiç ölesi yokmuş aksi gibi o kişinin de. Pazarlığa girişmiş Azrail’le:  “Hiç hazır hissetmiyorum kendimi, bugün git sonra gel.” Azrail ne kadar “olmaz öyle şey” dediyse de ikna edememiş ölü adayını, dedik ya hiç ölesi yokmuş zavallının. En sonunda pes etmiş Azrail, bir sorayım demiş. Olacağı varmış, tamam denmiş, bir on yıl daha yaşamasına izin verilmiş.  
Kalan zamanını bambaşka bir görünümle geçirmek isteyen kadıncağız o sevinçle soluğu güzellik merkezinde almış. Ardından kuaför, giyim kuşam… O kadar güzelleşmiş ki…  En son uğradığı mağazadan çıktığı an… bir araba çarpmış ve ölmüş. O hışımla Azrail’e çıkışmış: “ Hani on yıl daha yaşayacaktım, neden döndün sözünden?” Azrail şaşırmış:  Ay kız o sen miydin? O kadar değişmişsin ki tanıyamadım.” 
Bu fıkrayı bir taziyede dinlediğimi söylesem şaşırır mısınız, hem de cenaze sahibinden, 40 kusur yıllık eşini 4-5 gün önce kaybetmiş bir teyzeden? Sizi bilmem, ben şaşırdım. Fıkrayı anlatan hanım güler yüzlüydü, pembe çiçekli bir elbise giymişti, pembe düz renkte bir eşarp bağlamıştı üstüne. Taziyede görmeye alıştığımız bir giyim tarzı değildi kısacası. Kızı, babasının bayram günü vefat etmiş olmasıyla, ölümü ve cenaze işlerini şık kıyafetlerle karşılamış olma arasında bağ kurmuştu. Babası evde gelişigüzel kıyafetlerle dolaşmalarından hiç hoşlanmazmış, “cenazesinde tam da onun istediği gibi çok şıktık” diye seviniyordu. Teyze, eşinin kendisine yaptığı doğum günü sürprizinin etkisi altındaydı hala, amca pasta göndermiş ona o gün. “Nasıl yani?” demeyin, “Ben öldükten sonra da yengene doğum gününde pasta göndermeye devam et” diye anlaşmış bir arkadaşıyla. Şehrin en büyük camilerinden birinde yıllarca imamlık yapmıştı ve ardında böyle güzel bir hal üzre ölümüne mi sevinsinler yoksa ayrılığa mı üzülsünler bilememiş bir aile bırakmıştı. Onun hayatıyla ilgili anlatılan her şey, dolu dolu yaşanmış bir hayatı resmediyordu, hayatı çok sevmişti anlaşılan ve bir mümin için gerekli hayat kıvamını da yakalamıştı: Hayatı çok sevmişti, ölümü ise hayattan çok. Kur’an’a bağlandım diyen herkese çok yaraşacak kıvam bu, nasip olsun hepimize.

Aynı bayat senaryo




Hatırlayın biz bu filmi önceden ne çok seyrettik! Aynı bayat konu yeniden senaryolaştırıldı, aktörleri değiştirildi ve film yeniden gösterime kondu. Aynı filmin bu topraklarda oynatılmasının 100. Yılı şerefine tekrarının çekilmesi sadece tesadüf mü? 100 yıl önce de karanlıklardan geçiyor ve savaşıyorduk, hiç olmazsa kimle savaştığımız belliydi. Şimdi? Biz benzer yollardan kaç kere geçtik, bilmem kaç kere daha geçeceğiz, kandan nemalananlar “bunlar akıllandı artık, serinkanlı olmayı her seferinde başarıyorlar, yeni numaralar bulmamız lazım” deyip -en azından- bu oyundan çekilene kadar. Türkiye’nin cehennem olduğu 99’da, 6 ay kaldığım Ürdün’de çözmüştüm olayı. Empati yapmıştım, “ben dünyayı yönetmeyi istiyor olsaydım ve karnım ve hırsım ve dahi meşrebim her tür yolu mübah sayacak kadar geniş olsaydı, Türkiye’yi asla boş bırakmazdım” demiştim kendi kendime. Meşum senaristlerin de bunu söyledikleri çok açık. “Kahretsin o kadar numara, o kadar mühendislik faaliyetine rağmen bulduğu her fırsatta başını kaldırıyor bu Türkler” diyor olmalılar... Bu bir “dış mihraklar” kaçışı değil. Başı her sıkıştığında “ah bu dış mihraklar” vaveylasıyla kendini hiç eleştirmeden topu taca atma kolaycılığı da değil. Ancak fark etmek lazım ki birileri için çok can sıkıcı bir geçmişimiz, küllerinden yeniden doğacak garip bir enerjimiz ve hiç farkında olmadığımız halde bizi diri tutan, inanılmaz kıymetli değerlerden oluşan bir mirasımız var. Anlatmaya çalıştığım sadece Türklüğe has bir hal değil, bu topraklarda oluşan bir sinerji. Bütün bunlar zoka atmaya devam eden ve atılan her zokayı yutan illa olacak demek ve asıl odaklanmamız gereken alan da burası. “İnsanlık eski vahşi hallerini terk etti artık, kendini eğitti, insancıl oldu, herkesten önce de güçlü ülkeler başardı bunu” masalına inanıyor muyuz? Başımıza çorap üstüne çorap örülmesine şerbetli olmak, her yeni fitne dalgasında yerle yeksan olmamayı başarmak lazım. Demokrasi bu coğrafyada zor diye ülkeyi alıp başka bir sahile taşıyacak halimiz yok. Bu oyunlara teslim olmayacağız. O buna sövecek, diğeri ondan da ağır konuşacak, bunun sonu yok. Bu oyunu ancak mümince düşünerek bozabiliriz, kin kusarak değil.  


8 Şubat 2016 Pazartesi

Eşkıyanın da Asfiyanın da Allah'ı Bir

(Aylar önce kaleme alındı bu yazı ama ne yazık ki hala güncel.)
Hanidir kendimi tecrit ettim gündemden… Daha doğrusu çok uzun zamandır tecrit hayatı yaşıyordum da  bariyerlerimi daha bir yükselttim. Ben ve deveran arasında küçük bir kapak var, ara ara açıp bakıyorum ne olup bitiyor diye, geri dönüyorum kendi dünyama.  Çoğu içimi acıtıyor, acıması bir şey değil, ruhumu örseliyor.  İnsanlar ne cesur… Üstte Selahaddin Demirtaş’ın resmi “din derslerini kaldıracağım” diyor, altta “dedenin yapamadığını sen mi yapacaksın Ebu Cehil torunu” anlamına gelen bir şeyler Necip Fazıl’dan… Demirtaş’ın Allah’la,  İslam dini ile ilişkisini bilmem, Allah’ı tanımaz olduğunu ağzından duymadım. Ben “mücerred” dünyamda iken söylediyse bilmem.” Spekülasyon ve provokasyona sebep olmayacağını bilsem polis cenazelerine gitmek isterdim” dediğini okudum. “Sen herkesi kucaklayabilen doğru bir çizgiye sahip olabilseydin böyle bir korkun da olmayacaktı.” dediğim kişi.  Demirtaş’ın başında/içinde olduğu yapı, kana hayır demiyor bir türlü, bütün önyargılardan uzak dinlemeye çalışıyorum, nafile. Ama ona hakaret ederek gidebileceğimiz bir yol yok, başarılı siyasetler üreterek Kürt canların üzerine yapışıp kalan şu “mağdurluk edebiyatı” kozunu ellerinden almadıkça yürünecek yol yok.  Bu insan milyonlarca kişiden şu ya da bu sebepten oy almış, ona hakaret bu tercihte bulunanların tamamına yönelmiş olmaz mı? Bu partiye oy verdi diye bir şarkıcıya alenen it diyenleri okudum, eleştir, gitme konserine ama hakaret..? Terörist cenazelerine sövenler… 
Diyelim gerçekten de inkar etti Demirtaş, herkesin ömrünün son demine kadar vakti yok mu? Kimin kalbine geri dönüşü olmayan mührün vurulduğu bilgisi kimin elinde? Kör kadıya bile” selamün aleyküm kör kadı” demek yok bizim semtte. Allah sadece bizim Allahımız değil, hatırda tutmak lazım. Allah münkirlerin de, müşriklerin de, eşkıyanın da esfiyanın da Allah’ı… O Allah’ın yaratması hürmetine kuluna da özenli davranmak lazım. Bahane hazır: “Onlar bize öyle davranmıyorlar ama.“ Kur’an inanmayanlar özelinde söylemişti ama inançsızlıkla özdeşleştirilen hasletler içinde en önemli unsurlardan biri oldu hep: “Bir mümin hakkında hiçbir bağı gözetmeyenler” var ve hep olacak…. Bunu Allah söylemişken, herkesin önümüzde saygıyla eğilmesini bekleyecek miyiz?
Bunların hepsinin ardında kadim bir ortak dert var: Küfürle, şirkle, terörle, sarhoşluk, zina, kumarla, yalancılık, ihanet, sahtekarlık, fikirsizlik, şükürsüzlük  ve falan ve filanla, aklınıza gelebilecek  nassla belirlenmiş ve belirlenmemiş her tür melanetle göğüs göğüse sınırında tutulması gereken mücadele sürecini;  kafirle, müşrikle, teröristle, sarhoş, zani, kumarcıyla, yalancı, hain, sahtekar ve fikirsiz, şükürsüzle mücadele etmekle karıştırıyoruz. Oysa kimin bu evsafta daimi olduğunu, kimin geçici olarak o vadiden geçtiğini bilmek, hükmü kesmek sadece ve sadece Allah’a ait bir iş. Bizim tutturduğumuz bu tarzın rant düzeyi daha yüksek, kabul etmek lazım, çünkü ötekine öfke kustukça, sövüp saydıkça biz de daha Müslüman, daha temiz, daha berrak olduğumuzu düşünüyoruz. Oysa hikaye şu: Bizim derdimiz suçluyla değil, suçla. (Tıpkı iyi eylemleri gerçekleştirenle değil, iyi eylemlerin bizzat kendisi ile uğraşmamız gerektiği gibi. Biz günde beş kere hayatımıza sokulan namazın bile Allah’ın kriterlerine göre olup olmadığından emin değiliz. Biz ancak namazın çok kıymetli bir eylem olduğunu söyleyebiliriz, yoksa ferden ferda herkesin namazının kalitesi hakkında hüküm vakti yarın. O zamana kadar biz ancak elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmakla mükellefiz. Eski zaman dualarının en etkileyici cümlelerindendi: ”İbadetlerimizi paçavra gibi yüzümüze atma ya Rab!”) Enerji suçtan suçluya,  döndüğü an, son derece kaygan bir zemine adım atılmış demektir. Bu nedenle Demirtaş’ın fotoğrafını o cümleyle beraber okuyunca ardı sıra yürümek zorunda olduğumuz ilkeler adına korktum gerçekten. “Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et” diyen bir Peygamberin izinden gitmekteyiz biz. “Hissettiği kin, öfke doğru yoldan, adaletten ayırmayacaktı” mümini. Her tür olumsuz durumda bile ilkeli davranacak şekilde eğitilen bir arka plana sahibiz biz. “Başkasının kutsalına, değerine sövme” diye uyaran bir Aziz Kitap var elimizde… Dolayısıyla teenni ile davranma olgunluğu herkesten önce bizim boynumuzun borcu. Eleştirebiliriz, öfkelenebiliriz, kulağımıza hiç de kabul edilebilir şeyler söylemeyen bu söylem başarılı olmasın diye sonuna kadar ahlaki yollarla mücadele edebiliriz ama hakaret edemeyiz. Tamam, herkesin canı çok yandı. İnfial zamanı, nereye evrileceği belli olmayan bir sürecin içinden geçiyoruz. İşte tam da bu sebepten Müslümanca düşünmeye, refleks geliştirmeye en çok ihtiyacımız olan zamanlar. Mümin olmak, her zaman taşın altına elini koymaya hazır olmayı beraberinde getirmiyor muydu? Bu ayetler sadece telaffuz edelim de sevap alalım diye değil, tam da böyle zamanlarda yol haritasını çizelim, rotayı şaşmayalım diye indi. Hele Harici mantığın hortladığı bu şimdiki zaman imtihanında, dualarla, sağduyuyla öfkeyi de, acıyı da, iktidarda olmanın gücünü de kontrol edecek güce ihtiyaç var. Kendine bilinçli Müslüman diyecek olanlar da sloganlara sarılacaksa vah…

Şehirlerle İlişki Durumlarım

Balıkesir: Uzatmalı sevgili. Ne vuslat var, ne firkat.
Eskişehir:"Ben gözümü sende açtım" hukuku ya da  yıllar sonra tekrar karşılaşılmış çocukluk aşkı.
İstanbul: Kaprisli sevgili, sadece seyirlik.
Ankara: "Büyük aşklar, büyük nefretlerden doğar." Önce nefret ettiğim, sonra her halini, her mevsimini sevdiğim, her sokağını tanıdığım, dost olduğum...(Çocukluk aşkının yıllar sonra tekrar ortaya çıkması, tahtını sarsmış görünüyor. "Sevginin çok çeşitleri var, aşk var, sevgi var, dostluk var" hükmüne bağlandı olay, en azından şimdilik.)
Kızılcahamam: Aşk yaşanır, anlatılmaz.
Bursa: Karışık. 1992 öncesi hukuka dönülür mü, incelemeler devam ediyor.
Konya: Boşanma resmen-fiilen gerçekleşmiş. Eski eş üzerinden elde ettiğin bazı yakınlıkları ömür boyu sürdürmek istersin ya, Konya'daki aziz canlar da öyle benim için. Bir ömür boyu merhabayı kesmeyeceğin eski elti, yenge gibi. Allah'tan, Mevlana'yı ve Şems'i, Sadreddin Konevi'yi Konya ile hiç özdeşleştirmemişim.
Mekke-i Mükerreme: Karışık. ????
Medine-i Münevvere: Baba ocağı, ana kucağı.
Mardin: İlk görüşte aşk. (Aşık maşukuna sadece kendisi hitap etmek için isimler takar ya.. Madem Urfa Şanlıurfa, Antep Gaziantep, Maraş Kahramanmaraş oldu, ben de Mardin'imin adını Efsunlumardin olarak değiştirmeyi öneriyor, kendim oyluyor ve onaylıyorum.)
Malatya: Sevgilinin şehri kontenjanından "sevgili." (Hemen hikaye yazmayın, burada sevgiliden kasıt; Niyazi Mısri.)
Elmalı: İki sevgilinin şehri kontenjanından "sevgili." (Sevgilinin biri Niyazi Mısri, diğeri ise Ahmed Selahaddin Hidayetoğlu Çelebim Azizim.)