29 Kasım 2014 Cumartesi

Öğretmenler Günü'nde, En Güzel Öğretene

Soruyorum: Biliyorsun, burada 24 Kasım, Öğretmenler Günü olarak kutlanıyor. Bu günde insan dününe  bir bakar ve kimlerin tezgahında dokunarak bugününe ulaştığını anlamaya çalışır. Kötü ilmek atanları görmezden gelir, iyi ve sağlam düğmük atanlara ise şükran hislerini anlatır. Ben de günün anlam ve önemiyle ilgili olarak  Sana benim imtihanım ve verdiğim cevaplarla ilgili bir soru sormayı istedim. Daha doğrusu hanidir sorduğum soruyu bir de bugüne denk getirerek sorayım dedim.
Senin yaptığın imtihanların kağıdı küreği, sözlüsü yazılısı olmaz, Sen her yerde, her zaman, her malzemeyle inceden inceye hesaba çekersin adamı. Neyse, şimdi asıl konumuz Senin akıl sır almaz, enteresan imtihanların değil, kendi sorumuza dönelim. Bilirsin, sözlü imtihanların önceden kestirilemeyen bir gidişatı vardır, her an her şey olabilir. Bazen çok başarılı ve zekice cevaplar, gittikçe zorlaşan başka soruları çağırır kendiliğinden, "yok artık, bunu da bilecek hali yok ya" diye diye, "bakalım buna ne cevap verecek" diye merak ederek sorarız.   Her zaman olmaz böyle ama alınan her çarpıcı cevap o öğrenciye takdiri artıran bir referans yerine geçer. Ve bazen de tek bir basit cevabı almak için  dünya kadar zaman harcar, aynı anlama gelen cümleleri ardarda sıralarız. Bazen tek bir kelime ya da cümledir beklediğimiz ama öğrencinin ağzından bir türlü dökülmez. "Acaba anlamadı mı soruyu?" diye kelimeleri değiştirir, bir daha sorarız. Cevabın yarısı zaten ağzımızdan çıkmıştır, ama öğrenci hala lafı ağzında gevelemektedir. "Tamam yavrum" çıkabilirsin deriz, imtihan karşılıklı başarısızlıkla sonuçlanır.
Şimdi...Benim merak ettiğim...Bana sorduğun şu en son soru, hangi kategoriye giriyor? "Anlamadı hala, yıllardır aynı soruyu döndürüp döndürüp bir daha, bir daha sormama rağmen hala bön bön yüzüme bakıyor, daha soruyu anlamadı ki cevabı versin.." mi diyorsun bana, yoksa "Ben  ona daha ne sorular sordum, ne diplerden ne köşelerden... Verdiği cevaplar fena değildi.  Hiç çalışmadığı yerden çıktı, bakalım buna ne diyecek, ne cevap verecek? Yapar yapar, Benim güzel Asiyem bu sınavdan ortalamasını bir hayli yükselterek çıkar..."mı?
Söyle En Güzel Öğreten, hangisi?

8 Kasım 2014 Cumartesi

Eskişehir'de komşum bana hoşgeldin dedi ve..

Konya'da on bir yıl süren komşusuzluğa maruz bırakılma çilem sona erdi. Konyalı canlar, kusura bakmayın, amacım eleştirmek ve artık ayrıldığım bir yeri karalamak değil ama vakıa da bu. Konya’da en zorlandığım, o toprağa en yakışmayan hallerden biri bu selamsız komşular bandosu idi. Allah selamet vere… Serinyol sokaktaki can komşularımla geçirdiğim zaman hariç, (Bu komşuluk hamdolsun uzaktan da olsa hala devam ediyor ve Konya'da komşu deyince aklıma ilk  onlar geliyor.) komşuluk ilişkileri tesis etme çetin bir işti benim için.  Eskişehir’deki  eve girdim, ilk on dakika içinde kapı çalındı, “Hoş geldiniz, bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye soran, “n’olur çekinmeyin” diye üsteleyen bir ses duydum. Bir hafta sonra öğrendim ki karşı apartmandaki komşular da hoşgeldine gelecekler. Sokakta karşılaştığım insanlar selam veriyor, nerede oturduğumu biliyor. Üstelik erkek komşular da hiç dindar(?????!!!!) değil, merdivenlerde, kapıda karşılaşınca selam veriyorlar adam gibi, hatta hal-hatır bile soruyorlar. (Dindar olmayan adam, adam olmayan dindar aralığından ne zaman kurtulacağız acaba?) Konya’da oturduğum son ev komşusuzluk sendromunun şahikası idi, el-hak. “Beni görmedi herhalde” deyip kendimi teselli etme şansım bile kalmamıştı, göz göze geliyorduk zira ve ufacık, gerçekten ufacık, bir insanla karşılaşmış olmanın  ufacık bir mimik kımıldaması bile olmadan yürüyüp giden insanlarla alt alta, üst üste yaşadım. En iyi ev sahibi ödülünü hak eden Mustafa Bey ve yılın apartman görevlisi unvanına layık  Mustafa Abi bile diğerlerinin yarattığı o travmatik hali hafifletemedi. Karşı komşu (yok, komşu diyemeyeceğim, karşıda oturan aile) aynı anda kapıda karşılaşsak bile selam vermeden yürür gider ya da kapıyı kapatırdı. Benden sonra taşınan iki komşu hariç kimseye Allahaısmarladık demek zorunda kalmadım dersem belki durumun vehameti daha net anlaşılır. Gençler alışık değil diye ikinci bir yalandan mazeret de üretemedim zira orta yaş ve üzerinin de benzer tepkiyi verdiğine çoook tanık oldum. Her taşındığım yerde bir bahaneye tutunmaya çalıştım aslında, burası emekli mahallesi, biz çok genç geldik buraya, burada da herkes çok yorgun ve meşgul. Ve falan ve filan. Sosyo-ekonomik açıdan, yaş, hayat tarzı açısından herkesin birbirine çok yakın olduğu yerde bile selamsızlığa duçar olunca.. Asansöre binip o yakın mesafede selamlaşmadan, hiç konuşmadan arşa  doğru ya da tahte’s-sera yolculuk yapabilecek insanlar olduğunu fark edince… Bahaneler bitti. Beklentim sabah kahvesini bende içelim, ikindi çayına onlara gidelim, kocalardan, bebelerden şikayetlenelim kıvamında bir iletişim ağı kurmak değildi. “Merhaba-merhaba, nasılsın, sağol, sen?” kabilinden, ben buradayım (varım), seni gördüm (varsın) anlamına gelecek bir tanışıklık, bütün ihtiyaç buydu.  Ha diyeceksiniz ki, şikâyet edeceğine karanlıktan, yakaydın ya bir mum. Hamdolsun, yaktım (ama kendi başıma yaktığım tek mum beni aydınlatmadı.)  İşte şimdi bu arka plan üzerine “hoş geldin” diyen bir komşu ilaç gibi geldi. 

Umre-hac niyazım: Melihat Gülses - Kuş Olup Uçsam

4 Kasım 2014 Salı

Evlilik konulu röportaj

NEÜ bilgisayar bölümü öğrencileriyle gerçekleştirilen ve evlilik psikolojisi adlı sitede yayınlanan röportajın tam metni.Meraklısına, ihtiyaçtan...

1)      İslam’a göre evlilik nedir?
Bir tarafıyla işlevsel, bir tarafıyla kutsal bir anlamı olan, hayatın bazı evrelerinde kutsal, bazı yokuşlarında ya da inişlerinde işlevsel tarafı ön plana çıkan bir kurumdur.
Kur’an eş olmayı “Birbirinize örtü olmak” diye açıklar, Bakara Suresi’nde. Kadın erkeğe, erkek de kadına... Furkan suresinin 74. âyetinde ifade edildiği gibi, Allah’a“gözümün nuru olacak insanlar ver” diye dua etmek, çok yakın, çok sıcak ve coşkun bir ilişkiye;bunun Allah’tan talep edilmesinin gerekli olduğuna işaret eder. Böyle dua edenleri Allah, diğer emirlerine uyanlarla birlikte övdüğü kulları içinde zikreder. “Göz nuru olacak insanlar var et” demek, kımıl kımıl giden, zor şer devam edenbir evliliğe işaret etmez. Sen vazifelerini yap, ben de vazifelerimi yapayım, böyle bir evlilik değil.Çünkü karşılıklı hak ve sorumluluklar evliliğin ancak bir boyutunu ifade eder.
Hz. Peygamber  (s.a.v.) karı-koca birbirlerine sarıldıkları zaman, birbirlerine sevgi dolu baktıkları zaman bütün günahlarının döküldüğünü, yakınlık anlarının mükâfatlandırılacağını bildirir. Bütün bu yaklaşımlar, bu düşünce ağı işin bizim açımızdan kutsal tarafına işaret eder. Ama evlilik tek başına kutsal bir müessesedir diye tanımlanamaz. Çünkü günlük hayatın içinde son derece somut meselelerle de uğraşmak zorunda kalır ve bu kutsal algısı bazen bu somut meselelerin içindeyken işi kolaylaştırmaktan çok zorlaştıran bir unsur olur. Kutsaldır; o halde biz ona dokunamayız ve karşıdan bakarız. Hayır! Sorgulanabilir, eğitilebilir, dönüştürülebilir, geliştirilebilir bir ilişki tarzıdır evlilik. Dolayısıyla dine göre evlilik ilişkisinin hayatın diğer bütün yönleri gibi bir taraftan Allah’la ve ahiretle ilişkisi olan, doğrudan kutsal yönleri olan, zihnimizde böyle ilahi neşveler taşıyan bir hali vardır. Öbür taraftan da ancak sonuçları itibariyle kutsallık potansiyeli olan; çocukların yetiştirilmesi, büyütülmesi, nafaka temini ve günlük hayattaki meselelerin göğüslenmesi gibi somut ve “burada” cereyan eden boyutu da vardır.  Bu arada unutmamak lazım,kutsallığın bir uzantısı olarak düşünülebilir: Kuran açısından evlilik pazara kadar, mezara kadar değil, gerekli şartları sağlamışsa sonsuza kadar devam edebilecek bir ilişkidir, bu yön beni her zaman çok etkiler. Sonsuza kadar gidecek bir ilişkinin başlangıcı olabilir nikâh, başlangıçta arzulanan da zaten böyle derin bir doyum halidir. Her iki taraf birbirinden memnunsa, Allah da onlardan memnunsa, bu haliyle sonsuza kadar devam edecek bir potansiyeli barındırır evlilik... Çünkü Kuran cennette tekrar bir araya getirilmeyi, bu hayatın orada tekrar beraberce süreceğini anlatır bize.. Tabii kadın erkek arasındaki ilişkilerin çok özel bir kimyası var. Bütün bunlar anlatılınca belki fazla ütopik geliyor, hele de çevremizdeki evliliklere bakınca. Ancak o kimya tutturulabilirse bunların hepsi de üretilebilir değerler haline gelir..

 2-İslami Bir Evlilikte Aranan Şartlar nelerdir?
İslami evlilik denince zihnimin içinde oluşan, bize anlatılan, kodlanan; karşılıklı hak ve sorumluluklara dayanan bir evlilik tarzıdır.  Bize kitaplarda “İslami” diye anlatılan evlilik tarzı şu: Sen oğlum haklarını ara, kızım sen de sorumluluklarını yerine getir, oldu sana İslami evlilik??!! Bütün bunlar o çok özel kimyayı anlatmaktan, ona atıfta bulunmaktan, onu desteklemekten, o kimyanın her yuvada varlığı için yöntemler aramaktan olabildiğince uzakta.. Standart bir ilişki tarzına işaret ediyor genel anlatım dili. İslami evlilik terimini sevmiyorum bu yüzden. Karşılıklı doyum sağlayan evlilik dersen.. İlk söylenmesi gereken şeylerden biri, her evin kendine has, özel bir dengesi, bir kimyası olduğudur. Toplumsal beklentiler kadın ve erkek için cinsiyet rolleri belirlediği gibi bunlara bağlı olarak evlilik rolleri de belirler. Ancak bunlar standart haline geldiğinde bireysel farklılıkları görmezden gelen bir noktaya ulaşabiliyor. Oysa her ilişkinin kendine ait bir rengi vardır. O renk içinde taraflar memnunsa, müdahale edilesi bir durum söz konusu değildir. Yani genel geçer kadınlık ve erkeklik rolleri üzerinden evlilik tanımlaması yaptığımızda, bu rollere uymayan evlilikleri baştan çok net bir şekilde refüze ediyoruz. Bazen eşe yardım ilk baştan kılıbıklık olarak değerlendirildikten sonra geriye yapılacak az şey kalır, zira o aile iyi ürün vermez diye kodlanır. Herkes bir şablondan çıkmışçasına karı-kocalık rollerini oynamak zorunda değildir. Toplum farklı gördüğünü genelde rahat bırakmıyor. İğnelemeyle, alayla geri bildirimde bulunmayı seviyor, o evlilik içinde normal olan kısa ya da uzun vadeli rol değişiklikleri eşler tarafından kabul edilmişken çevrenin müdahalesiyle rahatsız olsak mı sorusunu zihne düşürüyor. Oysa alan razı, satan razıysa; her evliliğin kendine has bir dili olduğunu kabul etmek gerekir. Bu nedenle genel geçer, standart bir evlilik algısı olamaz.
Ama siz bana dini hassasiyeti olan insanların kuracağı yuvada olmazsa olmaz değerleri soruyorsanız bana göre birisi mutlaka “şura”dır, danışarak iş görmedir. Ama bu danışarak iş görme, bize anlatılan padişah divanı gibi değildir. Bu anlatıda padişah danışır ama son kararı her zaman kendisi alır. Oysa şura kararları beraber almayı, gerekirse olumsuz sonuçları birlikte göğüslemeyi de gerektirir.  Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatının çok kritik noktalarında “şura”ya başvurdu.. Mesela Uhud Savaşı öncesi. Bireysel kararlarda son kararı bir kişi alır tamam ama başkalarını da ilgilendiren durumlarda kararın ortak çıkması önemlidir. Aile içinde de tek bir karar mekanizması olamaz. Kur’an çok ilginç bir noktada, boşanma evresinde, çocuğun sütten normal iki yıllık süreden önce ya da biraz daha sonra kesilmesiyle ilgili karşılıklı rıza ile danışarak karar almaya atıfta bulunur. (Bakara 233) Bundan benim çıkardığım sonuç şu: Böyle bir konuda boşanmak üzere olan eşler bile ortak karar alıp uygulayacaklar ise, bundan daha karmaşık hayat sorunlarında, evliliği devam eden çiftler bu ilkeye çok daha itina etmek zorundadır.
Evlilik için olmazsa olmaz ilkelerden bir diğeri kul hakkına riayet etmektir. Bu, genelde aile ile ilgili, evlilik ile ilgili başlıklar altında çok düşünülmeyen bir dini kavramdır, oysa mutlaka işin içinde olması gerekir. Bu, yine karşılıklı haklar ve sorumlulukların üstünde bir değerdir. Hukuki-şer’i olabilir talebiniz ama uygulanması ahlaki, insani olmayabilir. Mesela erkeğin cinsellik talebiyle ilgili Hz. Peygamber’in hanımları sıkılayan cümleleri vardır, ciddi mazeret olmadan reddetmeyin diye. Hanımının açıklamasını yeterli bulmayan, üstüne üstlük insani hassasiyeti biraz körelmiş erkekler bu sıkılamalardan faydalanmak isteyebilir. Ancak zaman zaman bu faydalanma boyutu bencilliğe yenilebilir, iş istismara dönüşebilir incinmiş, kalbi kırılmış bir kadından cinsellik talep ederken.Bu durumda son derece  “insanca!” tablolar ortaya çıkabilir zira hayvanlar âleminde dişiyi ikna etmeden, gönlünü almadan çiftleşme, taciz ve tecavüz görülmez. Dolayısıyla olsa gönülsüz bir kadınla zorla ilişkiye giren bir erkeğin tutumuna “hayvanca” demek hayvanlar âlemine hakaret olur, bu çok “insanca” bir tutumdur. Bu konuda fiziki olduğu gibi manevi zor kullanma kul hakkı kapsamına girmeye çok yakındır. Öte yandan cinselliği kocasının başında Demokles kılıcı gibi kullanan kadınlar için de “kul hakkına girmek” söz konusudur. Meşhur “başım ağrıyor” cümlesi, mazeret beyanından çıkıp bahaneye dönüşmüşse ortada ciddi bir sorun var demektir. Peki kim için, ne zaman bahane ve ne zaman mazeret? Ya da erkeğin ısrarı? İşte bu soruların cevaplarını bir Zülfikâr’la kesip atamıyorsak     -ki atamıyoruz- evlilik belki kul hakkının en çok karıştığı konulardan biridir demek zorunda kalırız. Ayrıştırması son derece hassas konularda  “kul hakkı” önemli bir mihenk taşıdır. Çünkü yaşanan hiçbir detay burada kalmaz, hepsi yarın ortaya dökülür, en ufak bir emek ya da umursamazlık karşılık bulur, eşlerin bunun farkında olması lazım.  Bir insanın hassasiyet geliştirdiği konularda gözünün içine baka baka onu umursamıyorsak bu bir kul hakkıdır. “Benim için önemli değil, ama eşim için önemli.”denebiliyorsa evlilik için emek verme, terleme zamanı gelmiş demektir.
Umursamazlık bir evlilikte yaşanabilecek en zorlayıcı ve kötü hallerden biridir. Derecesi değişir, ağır ve ya hafif bir kul hakkı olur ama evlilikte en çok dikkat edilmesi gereken konulardan bir tanesidir. Dolayısıyla bir bütün olarak anne- baba ilişkilerine, çocuk ilişkilerine bakarsak aile ilişkilerinde en çok gündemde tutulması gereken konulardan birinin kul hakkı olduğu ortaya açıkça çıkar. Bizim algımızdakul hakkı üçüncü kişilerle ilgili bir konudur. Oysa Kuran’ın çok çarpıcı bir yaklaşımı var: Ahirette, yarın insan öğrencisinden kaçmaz, amirinden, memurundan, arkadaşından kaçmaz; annesinden babasından, çocuğundan, eşinden, kardeşinden,  en yakını kimlerse onlardan kaçar. Çünkü en yalın halimizi aile fertleri görür. Dışarda bin bir çeşit maske takabilirsin yüzüne ama kapıyı kapatıp içeri girdikten sonra gerçekten sensindir. Dışarda “el iyisi” isen, içerde onu devam ettiremezsin. İyilik gerçekten senin içinde özdeşleşmiş bir hal değil de maskenin gerektirdiği bir hal ise eve girince o maske düşüverir. Evlilikte üretilmesi gereken bir hizmet var. İlk önce eşlerin birbirlerine karşı, aynı zamanda Allah’a ve bir de topluma karşı, insanlara karşı üretilmesi gereken kıymetli bir hizmet var. Çünkü yuvasında mutlu olmayan bir insanın ceremesini hepimiz çekiyoruz. Kendini iyi hissetmiyorsa, kendini güvende hissetmiyorsa bunun faturasını hep beraber ödüyoruz. Dolayısıyla bu aynı zamanda Allah’a karşı da bir sorumluluktur. Çünkü bizi bir eşe ihtiyaç duyacak halde yaratan, yuva kurma arzusu veren, insanları akrabalık ve diğer bağlarla birbirine bağlayan O’dur.Kadınla erkek arasındaki şefkati, aşkı Varlığının delili yapan da O’dur.(Rum, 21) Dolayısıyla sevgi de evliliğin olmazsa olmaz parçalarından biridir.

3-   Evlilikte mutlu olmanın yolları ilk başta salih ve iyi bir niyete bakar.
      - Gözünü yabancıdan {namahramden} çekmek,
      - kendini {namusunu} korumak,
Kim ki bu niyetlerden biri veya birkaçı üzerine evlenirse Allah’uTeala bu evlilikte o erkeği bu kadınla ve o kadını da bu erkekle mes’ûd eder. Günümüzde evlilikler hangi niyetlerle yapılıyor ki sağlam bir temel oluşturulamıyor?
Niyet okumak gibi bir niyetim yok.  Boşanmanın artmış olması bir krize işaret ediyor, doğru. Ancak krizi fırsata dönüştürmenin bir yolunun da aranması gerektiğini düşünüyorum. Şöyle bir söylem duyuyorum bu konuyla ilgili:“Bizim çok sağlam bir aile yapımız var ve batıdan gelen tesirlerle bu sağlam yapı sarsıldı, tekrar onu inşa etmeliyiz. “ Bu doğru bir gözlem değil bana sorarsanız. Bizim aile yapımız içinde yolunda gitmeyen birtakım unsurlar vardı. Daha çok kadının susması üzerinden gidiyordu. Şimdi artık kadın, içinde bulunduğu şartlarla birlikte bu kadar susamayacağını, bu kadar içine atıp da gidemeyeceğini fark etti ve konuşmaya başladı. Erkek bunu tolere edemedi. Bu içimizde yaşadığımız şartların bize getirdiği bir hal; istesek de böyle, istemesek de. Ama en azından bu evliliğe katlanılabilir mi, katlanılamaz mı buna karar verirken kadının eli eskiye göre çok daha güçlü. “Hayır! Katlanmak istemiyorum. Çünkü bu hayatı devam ettirmek için ona muhtaç değilim.” Kadın bunu çok daha rahat söyleyince, erkek aile sorumluluğunu rahatça sırtından atabileceğini, her iki taraf da kararlarından dolayı yarın Allah’a hesap vereceğini gözden kaçırınca boşanma oranı arttı. Krizi fırsata çevirmek işte burada devreye giriyor. Buna hayıflanmak yerine “bizim aile yapımızda yolunda gitmeyen neler vardı da sonuç böyle oldu? Konuya buradan bakmak ve doğru teşhiste bulunmak lazım.
Erkek açısından da farklılaşan çok husus var. Eskiden sadece erkek olmak, başarılı bir evlilik yürütmek için yeter şarttı. Özel bir şey yapmasına gerek yoktu. Para kazanırdın, getirirdin, evine bakardın ve işler tıkırında giderdi. Bu dengenin bozulmuş olması erkeklerin de kimyasını değiştirdi. Erkek olmanın yeni tanımını yapamıyoruz. Eski tanımına dönemiyoruz. Ortada bir rol karmaşası var. Boşanma ya da yolunda gitmeyen evliliklerde özellikle erkek figürünün bu tip rahatsızlıklarının, kafa karışıklığının çok etkin olduğunu görüyoruz. Bir kısmı hiç bunlara takılmadan eski yöntemi devam ettirmeyi istiyor. Evlilik devam edebiliyor ama boşanmadan daha önemli bir sorun ortaya çıkıyor. Devam etmemesi gereken evlilikler devam ediyor. Devam etmesi toplumu çok zedeleyen çok örseleyen evlilikler de devam ediyor. Nasıl örseliyor; kadın erkek ve evlilik imgesi çocukların zihninde bozuluyor. Ve bu toplumsal hayatın sonraki aşaması için bir sıkıntı ama genel değerlendirmeler bunu görmezden geliyor, sadece boşanma oranlarının artmasına odaklanıyor. Yani pek çok sebep var ama bunların hepsinin özünü ben, rol karmaşası, kendi doğal halini ve ona yüklenen rolleri birlikte ifade edememek diye görüyorum. Çünkü kadına biçtiğimiz bir rol var. Bir geleneksel rol var, bir de şimdiki şartların yüklediği.  Kadının kendi içinde durmayı istediği bir yer var. Erkeğin bir babasından, atasından gördüğü, bir şimdiki halin getirdiği roller ve bir de kendi olmak istediği tabii hali var. Bu rol karmaşası benim anlayabildiğim kadarıyla evlilikleri risk altına sokan hususların başında geliyor. Nereden gelip nereye gideceğimizi bilemediğimiz bir yol ayrımında duruyoruz. Kadın olmak ne demek, erkek olmak ne demek? Eskiden daha iyi tanımlanmış açık kodlar olduğu için en azından o kodlar üzerinden evlilikler gidiyordu.  Kadın dediğin sabreder, erkek dediğin  parayı getirir, duygularını ifade etmez. Onun için bizim anneannelerimizin; “ Ay adam bana hiç beni sevdiğini söylemedi” diye bir derdi büyük ihtimalle yoktu. Çünkü onun kadınlık ve erkeklik algısında böyle bir şey yoktu. Şimdi “yaş günümü unuttu, sevgililer gününü atladı” al sana kriz. “Annem, babam, çocuklarım hatırladı; eşim hatırlamadı.”“Oysa adam dediğin kimesne, karısının yaş gününü hatırlar.” Bu şimdi içinde bulunduğumuz şartların getirdiği bir kriter arayışı. Adamın unutmaması için her şey hazırlanmış. Ve standart bir algı da oluşuyor kısa zamanda.  Bunları yeniden kodlamaya ihtiyaç var. Ne düne dönebiliyoruz ne de sağlıklı bir yarın inşası için bugünü gönlümüzce yaşayabiliyoruz,bana sorarsanız küreselleşen algılarla  insanlık bir girdaba sıkışıp kaldı ama buradan çıktığında her şey daha doyurucu dengelerin üzerine oturmuş olacak. Hülasa erkekliğin ve kadınlığın kitabını yeniden yazmak gerek.
Eğer bu yeni kodlama esnasında dini kavramlardan destek alacaksak önce “Dünya neresi? Ahiret neresi? Bu evlilik dediğin şey, bu uzun yolculuk, bu paylaşım; bu ikisinin ortasında nerede duruyor?”sorularına cevap vermek ve bütün bunları tekrar sorgulayıp yeni bir evlilik algısı üretmek zorundayız. Evlilik algısı yeni kadınlık-erkeklik imgeleri oluşturmayı da zorunlu kılıyor. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu konuda çok zarif erkeklik halleri var. Kur’an’ın  da bu konuda söylediği, bir tarafıyla çok romantik. ( Furkan suresinde yer alan dua, “Gözümün nuru olacak insanlar ver”, bu çok duygusal ve “Lütfet, evliliğim aşk evliliği olsun Allahım” diyen bir cümle bence) Şimdi bunların hepsini, kadınlık-erkeklik hallerimizi ve buna bağlı olarak da evlilik halimizi yeniden inşa ederken göz önünde bulundurmak gerekiyor. Dolayısıyla başlangıçtaki niyetten ziyade sonrasındaki yöntem ve yaklaşımla ilgili sorunlarımız var.
4- İslam, evliliğin uzun ömürlü olması için iyi bir eş seçiminin yapılmasını esas alır. Sizce iyi bir eş nasıl olmalıdır?
İyi bir eşin tanımı yapılamaz. Kimin için iyi eş diye sormak gerekir önce. Toplumumuzun evlilikle ilgili en ciddi kusurlardan bir tanesi:İyi bir insan, herkes için iyi bir eş olabilir. Bu ölümcül bir paradigmadır. Böyle bir kural yok. Filan bey Ayşe’ye ya da Falan hanım Mustafa’ya iyi bir eş olabilir ama Leyla’nın ya da Orhan’ın kişisel özelliklerine, beklentilerine uymuyorsa çok zorlayıcı bir ilişki ortaya çıkabilir. Schopenhouer’un enteresan iddiaları var bu konuda. Bir tanesi, bizde ne yoksa bunu taşıyan birisini ararız. Yani çok uzun boylu bir adam, çok uzun boylu bir kadınla evlenmek istemez diyor, Gide gide orta boylu bir kadına âşık olur. Çünkü neslin uygun devamı için tedbir almak gerekir ve bunun bilgisi insanın bilinçaltında mevcuttur diyor yazar. Esmerler sarışına düşkün olur, sarışınlar esmere…Bir kısmının karşılığı var gerçekten. Sendeki hallerin karşılığı olacak, ana hatlarıyla denk gelecek birisi iyi eştir. “Ruh eşi” tanımlamasına çok mesafeli duruyorum çünkü “karşılığı” olmakla “aynısı” olmak çok farklı şeyler.
Mesela baskın karakterli erkekler, daha mülayim kadınlara meyleder. Kendisi gibi baskın kadın istemez. Tam tersi de doğrudur. Neye ihtiyacı olduğu kişiye göre değişecek bir husustur.  “İyi bir insan, bundan iyi eş olur” denilemez. O kişi kendi içinde onunla evlenmeyi düşünen kişi için iyi mi, buna bakılması lazım. Bir de aynı anda evlilik için iyi özellikler mi bunlar? Bu soru da önemli. Sessiz, içine atan,”ağzı var dili yok” insan modeli toplumda ne kadar beğenilse de, evlilik için bu özellikler son derece tehlikeli olabilir. Zira ne zaman ve nasıl patlayacağı belli olmayan bir bombayı evine alıyorsun demektir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir sözü var, bunu anlamakta çok zorlanıyoruz. Özellikle dini hassasiyeti yüksek kesimler için geçerli bir cümle; “Bir insanla güzelliği için, parası için, soyu sopu için ve dindarlığı için evlenilir. Sen dindarı seç.” diyor. Hay hay, Efendimizin sözü başımız gözümüz üzere. Ama onun dindarlık dediğiyle, bizimkinin aynı olmadığını fark etmek lazım. Şu an bizim için namaz kılan, oruç tutan adam dindar adam. Oysa dindar olmanın yeter koşulları bunlar değil. İnsanla ilişkilerinde iyi olması, Allah’a karşı sorumluluk bilincinin yüksek olması gibi başka kriterlere de ihtiyacı var. Yalan söylüyor ve namaz kılıyor, ikisi aynı anda bir insanda rahatlıkla buluşabiliyor, bu örneklerle karşılaşabiliyor. Onun için şu an cari dindarlık algısı, Hz Peygamber (s.a.v.)’in kullandığı anlam ile aynı paralelde değil, dikkat etmek lazım.

5-Evlilikte eşlerin denkliği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu evliliğin en önemli, kurulma aşamasında üzerinde en çok durulması gereken hususlarından biri. Zahiri gözle değil manevi gözle de çok irdelenmesi gerekir. Sadece kıstaslara baktın; bunun ailesinin mal varlığı şu kadar, benim de ailemin mal varlığı bu kadar; benim alıştığım hayat tarzı bu, onunki de öyle,eğitim durumları da yakın, şu durumları, bu durumları yakın, tamam, oldu. Kişilik yapıları itibariyle de öyle. “Bu bununla uyumlu mu? Bu bununla denk geliyor mu?” bu soruyu çok farklı açılardan sormak lazım. Ufukları aynı ya da yakın mı mesela, çapları, idealleri? Hayatın sorularına cevapları yakın mı?Hayat hedefi aynı mı? Denklik için olmazsa olmaz kriterler bunlar benim anladığım kadarıyla. Ufuk ve çap tutmadıysa diğer bütün kriterler uysa bile ortaya çıkacak bir hayır olmuyor. Hayatını ilme vakfetmiş, hayali ilmini sadaka-i cariye olarak bırakıp dünyadan ayrılmak olan birisinin eşinin hayat idealinin para kazanmak ve harcamak, yemek içmek olduğunu düşünün. Tam bir milli felaket! Burada özellikle kadınların şunu bilmesi lazım; adamın karatı geniş, kadının karatı dar ise bu toplumsal koşullarda ciddi sıkıntı üretmiyor. Sürekli bir yetişme derdinde kadın. Ancak bunu toplumca bir şekilde tolere edebiliyoruz.. Üniversite mezunu bir beyle ilkokul mezunu bir hanım evlenip mutlu geçinebiliyorlar. Çünkü erkeğin ihtiyaç duyduğu;kadınım bana hayran olsun; kadının ihtiyaç duyduğu, ben erkeğime hayran olayım. Bu temel üzerinden devam edebiliyor. Bunlar temel kadınlık ve erkeklik beklentileri, en azından şu an için böyle. Ancak tersi durumda erkeğin kadın kadar bilgili, eğitimli, güçlü, ona denk olmadığı durumlarda bu tolere edilebilir bir durum olmuyor, evliliğin kimyası ana hatlar itibariyle bulunamayabiliyor. Erkeğin kadına denk olması esastır. Çünkü erkeğin reisi olarak konumunu sürdürebilmesi için bu denkliğe ihtiyaç var. Bu kadını çok kollayan ve koruyan bir prensip. Ya değilse, denklik erkeğin aleyhine işliyorsa, o rolü üstlenmiyorsa; bu da evlilik için ciddi sıkıntılara sebep oluyor.

 6-Evlilik İnsanı Allah'a Yaklaştırmalı ! Bunun hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Benim anladığım kadarıyla, evlilik hem olumlu, hem olumsuz taraflarıyla insanı Allah’a yaklaştıran bir süreç. Olumlu tarafları açık; yani teşekkür etmek yaşadığın güzellikler için, çünkü neşeli, huzurlu bir yuvada bir zaman kesiti, Cennette geçirilmiş bir zaman gibi kıymetli ve doyumsuz..O samimiyeti, sadece bir anın fotoğrafını çekmek gibi yakalasanız bile kıymetli. Ama huzursuz yuva da Cehennemin buraya taşınmış hali gibidir. Yani hem iyi hali hem de kötü hali var evliliğin ve bu anlar  insanı derinden etkiliyor hem mutluluk, hem mutsuzluk tarafıyla.Hem uyumluluk hem uyumsuzluk üzerinden, bunu verenin, yaşatanın, nasip edenin kim olduğuna bakmak; bizim karşımıza böyle bir insanı nasıl ve neden çıkartmış olduğunu kestirmeye çalışmak hayatı tanımak olduğu kadar, Allah’ı tanımanın da kapısını aralıyor... Olumsuz yönleri evliliğin, sabrıyla, yutkunmasıyla, görmezden gelmeye çalışmasıyla son derece kıymetli bir eğitim imkanı sunar . Çok yakınında, hemen yan yastıktaki insan bile olsa;“beni Senin kadar anlayan yok, Senin kadar gönlümün bütün kıvrımlarını bilen yok Allahım!” eğitimi de başlı başına insanı evlilik üzerinden Allah’a yaklaştıran bir husus olur. Yani hem olumlu değerleri, hem de olumsuz değerleriyle  insanın kendisini ve sınırlılıklarını fark etmesi, bir başka insanı da bu kadar yalın, bu kadar yakından tanıma fırsatı sunması, Allah'la ilgili bilgimizi ve kabullerimizi de geliştiren zenginleştiren bir husus ve şu cümleye bağlamış olalım mevzuyu:“Kendini bilen kendinin farkında olan O'nu da bilir.”

 7-Evlilik kader mi?Biz doğduğumuz gibi Yüce Allah evleneceğimiz insanı belirliyor mu? yoksa Allah bu konuda iradeyi bize mi bırakıyor? Karşımıza talipler çıkarıyor ve seçimi biz mi yapıyoruz?  Burada irade ne kadar elimizde?
O kadar hassas bir denge var ki bu konuda; kader desem, kader değil; irade desem irade değil. Çok hassas bir nokta var. Açıklanabilir bir şey değil. Kader mi? Bu soruya evet kader, hayır değil demek için; hayatın tamamını bilmeye ihtiyaç var. Çünkü olası hallerle birlikte hayatın tamamını gördüktensonra “o zaman Mustafa’yla değil de Ali’yle evlenmiş olsaymışım” üzerinden fikir yürütmek mümkün olur. Dolayısıyla burada bilebileceğimiz bir şey değil bu. Yani ben kader mi sorusuna cevap veremiyorum. Ancak şu kadarını bilebiliyorum: Kendi beklentilerinin farkında olmak, karşısındakini tanımaya çalışmak, başkalarının söylediklerine kulak vermek, âşıksan bile kulak vermek, başkalarının tecrübelerinden faydalanmak, bunların hepsini bir araya getirmek.. Bunlar çok önemli. Bundan sonrasının ne kadarı kader? Asıl olan, o esnada kendi üzerine düşeni yerine getirebildin mi?  Olay bu. Üzerine düşeni yapmadın ama harika diyebileceğin bir evliliğin oldu, Elhamdülillah. Üzerine düşenleri yaptın felaket oldu: vardır bir hayrı, bakalım..
Öte yandan insanın yaşadıklarına nasıl baktığı, kaderinden çok daha önemli bir konu bence. Yani kader sorusuna cevap vermekten çok daha önemli bir konu. Hiçbir şey durduk yerde yaşanmaz, önemli olan neden böyle olduğunu anlayabilmek, bu konuda kafa yorabilmek. Bütün bu durumlarda “Ne kadarı kaderdir,  ne kadarı irade?” anlamaya çalışmaktan daha önemli olan; “Bu durumdan ne öğreniyorum ve bunu hayatımda nereye yerleştiriyorum?”sorusuna verilen cevaptır.

8-Kur'an-ı Kerim'de Rûm suresi 21. Ayette evlilik ve aile hakkında: "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet var etmesi, O 'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen milletler için dersler vardır." buyrulmuştur.  Bu ayeti bize biraz açıklar mısınız?
Allah bu konuyla ilgili yani kadın ve erkeğin birbirine yakınlığı ile ilgili çok ilginç ve çok etkileyici cümleler kurmuştur. Kadın ve erkek arasındaki yakınlığı, şefkati, aşkı ; Allah kendi varlığının delili olarak ileri sürmüştür.  Ve bu tevhit konusunda bu kadar hassas bir kitabın bu konunun önemine ait söyleyebileceği belki en uç cümledir, şah cümledir. Bu inanılmaz büyük bir cümle. Benzer bir düşünceyi çağrıştıran diğer ayetlerle bir arada düşününce, Allah bu ilişkinin tarafı gibidir. Bu işlerin iyi ve adil güzel bir şekilde gitmesinin tarafı gibidir.

Sonuç olarak;
Şöyle bir algı hala var ne yazık ki:Mücadele et, evlen ve bir ömür boyu mutlu yaşa!Masallardaki bu gidişat, gerçekten masaldır, yok böyle bir şey. Beklentileri makul tutmak gerekir. Yani genellikle sıkıntıları bitirdiğimiz bir evlilik hayal ediyoruz. “O ana kadar bütün boşluklarımız dolacak, bütün sıkıntılar gidecek, bir ömür mutlu mesut yaşayacağız.” Böyle bir şey yok. “Bir hayatı beraber el ele tutuşarak yürümeye çıkacağız. Bu zamana kadar yalnız yürüyordum, şimdi senin elinden tutarak yürümeyi istiyorum.” Evlilik bu.
Evliliği Kur’an’ın örtü olarak tavsif ettiğini söylemiştik. Şunu da bilmek lazım: Mutlaka o örtüde açık kalan bir yer olacak. O örtü bir insanı olduğu gibi örtmez, örtemez.. Ayağını örtsen, başın açık kalır, başını örtsen ayağın. Neresi açıkta kaldıysa bak orası en çok örtülmesini istediği yerdir insanın büyük ihtimalle. İşte eşin örtemediği taraf da zaten kişinin eğitildiği yerdir.“Ya bu insanın da şu özelliği yok ama ne yapalım, diğer özellikleri çok güzel” deyip geçen çok az kişi vardır. Bu, insanın zihnindeki olmayana odaklanma, olmayanın peşinde koşma hali ile son derece uyumludur. Evlilik bir yönüyle böyledir, zira dünyada geçekleşir, dünya da imtihan yeridir. Evlilik böyle işlevsel ve birbirini tamamlayan yönleriyle bir bütün olarak ele alınmalı. Sürekli çok mutlu ya da daimi mutsuz bir süreç değil, sıkıntıları da var, mutlulukları da..Alın teriyle ortaya konacak, yutkunmayla, insanın kendi sınırlılıklarını öğrenmesiyle devam ettirilebilecek bir süreçten bahsediyoruz. Çünkü en yakın ilişkidir bu. Anne, baba ve çocukla kurduğumuz ilişkiden bile yakın. Farklı iki insan, farklı şartlarda yetişmiş.. Düşünün, kardeşimizle ne kadar anlaşıyoruz? Bazen, aynı evde büyümüş insanlar olmamıza rağmen, kardeşlerimizle bile ne kadar zorlandığımızı fark ederiz.
Dolayısıyla tam da hayat gibi bir şeydir evlilik. Bir tarafından çok tatlı, bir tarafından çok zorlayıcı. Biz bizimkinin hangisi olduğunu anlayana kadar da zaten ömür biter :)



20 Ekim 2014 Pazartesi

Sururi Altun Yazıları 1: Bir insanın sizi gerçekten sevdiğini nasıl anlarsınız?

*Tanıştıktan sonraki ömrü sizi takdir etmekle geçmişse,
*Sizin derdinizi kendi derdi, sevincinizi kendi sevinci bellemişse,
*Onu tanıyan herkes hiç görmese bile az ya da çok sizi tanımışsa,
*Böyle geçmiş bir ömrün sonunda yoğun bakımda yarı kapalı-yarı açık bir bilinçle yatarken..konuştukları bir fısıltı bile oluşturamazken, durmadan sizinle konuşmuş, uzun bir yoldan kalkıp geldiğiniz için o halde bile sizi fırçalamışsa..Hayatınızla ilgili önceden defalarca konuştuğunuz bir konuyla ilgili gelişmeleri duyunca sevincini, merakını gözlerinden okumuşsanız...
*Ve bütün bunlar, bu evsafta bir ilişkiyi davet eden ebeveyn-evlat, eş, sevgililik, kardeşlik vb. bütün bağlardan azade olarak yaşanmışsa,
0 insan sizi gerçekten çok sevmiş demektir.
ve eğer siz de
*Tanıştıktan sonraki ömrünüz ona teşekkür, onu hayatınızda görevlendirene şükür ile geçmişse,
*Sizi tanıyan herkes hiç görmese bile az ya da çok onu tanımışsa,
*Ona bağlılığınızı, minnetinizi bir ömür boyu dile getirmişseniz,
*Zaman ve zemin mesafesi gönül bağını hiç koparamamışsa,
*Ve bütün bunlar, bu evsafta bir ilişkiyi davet eden ebeveyn-evlat, eş, sevgililik, kardeşlik vb. bütün bağlardan azade olarak yaşanmışsa,...
Siz de o insanı çok sevmişsiniz demektir.

Bayramlık Pabuçlar





İki küçük kız bu ayakkabıları baş uçlarına koymuşlar mıdır acaba bayram gecesi? Sabah bir türlü olmamış mıdır onlar için? Bayramlaşmaya çıkarken ilk giydiklerinde yürekleri güp güp etmiş midir?Yürürken biraz büyükçe adımlar atarak kırmızı pabuçları göz ucuyla seyretmişler midir?.....
Biraz zor...46 yaşında iki akademisyenin içinde kırmızı pabuç giyecek kadar çocukluk hala var tamam da.. O kadar da değil...

7 Eylül 2014 Pazar

ÜZERİNDEN ÇOK ZAMAN GEÇTİ AMA... İÇİMDE KALMASIN

Soma'dan sonraki günlerdeydi, mealen şöyle bir cümle kurdu Taner Yıldız: "Halkımızın kadere boyun eğen, mütevekkil haline müteşekkiriz." İçinde bulunduğu durumda son derece samimi bir iç döküştü herhalde... Gerçekten durumu çok kolaylaştıran, hafifleten bir bileşendir kader, hele de acı karşısında... Ancak sadece iki ucu değil, her noktası keskin "kader" bıçağını ele almazdan önce ne kadar çok düşünmesi gerekiyor neyin kader olduğunu bilemeyen insanın... Bir çizgi var, tamam ama koordinatları nerelerden geçiyor bilinmediği için, insana düşen, elinden gelenin tamamını yaptıktan sonra ortaya çıkan durumu anlayana kadar beklemek kaderden bahsetmek için...Yıldız'ın bu cümlesi ancak "Yapılan  tetkikler madendeki bütün faaliyetlerin prosedüre uygun devam ettirildiğini açıkça ortaya koymaktadır." ifadesinin ardından gelse bir anlam ifade edebilir ve "olayın tabiatında olan" riskle uyumlu sayılabilirdi.Gerekli denetimlerin yapılmadığı, ansızın gelmesi gereken denetlemelerin önceden haber alındığı, gerekli eğitimin verilmediği vb. iddialar (bunların gerçek olması gerekmiyor, iddianın varlığı bile yeter) dillerde dolaşırken mütevekkil hale teşekkür etmek, kolaycılık ve kadere ve imana bir miktar saygısızlık olmuyor mu?
Müfettiş geleceğini önceden haber alıp temizlenen ve göze batacak her tür kusurdan steril hale getirilen okullar, tamamlanan yıllık ve günlük planlar her öğretmenin, trafik muayenesine giderken reflektör, yangın söndürme tüpü, takoz, çekme halatı gibi araçta bulundurulması "zorunlu" ama "lüzumsuz" alet-edevatı eş-dosttan devşirip muayeneden geçtikten sonra sahibine büyük bir şükran duygusuyla teslim etmek her şoförün vb. malumu iken Soma'daki iddialara yeterince ciddi tepki veremiyoruz, en acısı da bu. Hepimizin bilinç altında zahiren yerine getiriyormuşuz gibi yaptığımız  o kadar çok" prosedür" anısı var ki...Belediye tapu masrafını bile reel rakam üzerinden tahakkuk ettirmiyor, resmen-fiilen yalan. Resmi-gayrıresmi teşvikle sahtekarlığa hepimiz bu kadar gark olmuşken masum değiliz hiçbirimiz...

2 Eylül 2014 Salı

DÖRT DUVAR ARASINDA KUR'AN OKUNMAZ

…Daha doğrusu okunamaz. Kur’an, satırlardan sadırlara maharetle süzülen muhteşem kitap buna izin vermez  çünkü… … Diyelim sırtınızı güzelce yaslayıp beyaz dantel örtülü yastığa, ağırbaşlı bir edayla oturdunuz divana, başlamadan bir de dışarıda oynayan çocuklara gülümsediniz usulca…  Yolculukta, bulutları ya da önünüzden hızla koşuşarak kaçan ağaçları, dere-tepeyi seyrederken… İşyerinizde hızla yenen yemekle öğle namazı arasında…  Biraz geçe bırakılmış yatsı namazını yeni kılmış, yatağınızın ucuna ilişmişken… “Biraz sohbet edelim O’nunla, ağzımızın/ruhumuzun tadı yerine gelsin” deyip açtınız  Kelam-ı Kadim’in kapağını… İşte ne oluyorsa o an olmaya başlar… Bir de bakarsınız artık o odada, uçakta, otobüs ya da trende, işyerinde, yatağın ucunda değilsiniz. Sanki bir macera filminin setinde, zaman tüneline girmiş, bambaşka zamanlara düşürmüşsünüz yolu…
Mübarek elleriyle cansız bir bedene dokunup onu Allah’ın izniyle dirilten İsa’nın hemen yanıbaşında, ölü yakınlarının sevinç gözyaşlarına tanık olur Kur'an okuyucusu.
Durduk yere katil damgası yiyip, yanına bir iki parça üst baş bile alamadan yola dökülen, ta Medyen’e kadar kalbi pırpır ederek yürüyüp bir de o yorgunluğun üstüne köy çeşmesinde kendilerine sıra gelmesini beleyen iki kızcağızın hayvanlarını, hayrına sulayıveren Hz. Musa... Tükenmiş halde gölgesine sığındığı o ağaca Kur'an okuyucusu da sırtını yaslar.  Aç-bîlaç o kadar yolu beraber yürüyünce onun da dizinde derman, gözünde fer kalmamıştır, o çileli Peygamberle birlikte mırıldanır:  “Rabbim, ne göndersen kabulüm…” Eve dönüp bu gencin alicenaplığından babasına bahseden, sonra da parmaklarının ucuna basa basa Musa’ya gelip “babam seni çağırıyor” diyen kızın pembeleşen yüzü, kalp atışları... Taşlara sürünen eteklerinin hışırtısı kulaklarında Kur’an okuyucusunun…
“Vücudunu kurt yiyen,
Kurt yedikçe şükreden
Belalara sabreden Eyüp peygambere”,[1] "geçmiş olsun"a gider.
“Yusuf’un yavi kılan,
Kurt ile davi kılan,
 Ağlayıp gözsüz kalan Yakup Peygamber'in” omzuna usulca dokunup bir mendil uzatmak gelir içinden...
Böyledir çünkü artık bu hikâyeleri yazılı bir metinden okumanın çok ötesinde bir boyut söz konusudur. Kur’an okuyucusu bütün bu davaların sadece seyircisi değil, müdahil tarafıdır,  "dağlarla taşlarla Mevla’yı çağıran”, sese adını veren adamla, Davud’la bir ilahi tutturur, Süleyman'la birlikte cins atların boyunlarını okşar. Bu iş taa “Cennette buğday yiyen” Âdem’e kadar varır, dayanır ve sonra döner gelir: Müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için evinden tam adımını attığı anda Güzel Peygamber’e... Akşam yemeğine davet ettiği arkadaşları yemekten sonra dağılmayıp uzun uzun oturunca
"Eve gidince ne yaparsınız?
-Yatarız.
Siz gitseniz biz de yatarız" diyemeyen Can Ahmed'in bakışlarından süzülen yorgunluk…  Akla karanın ayrıştığı günde iradesi rabbin iradesiyle özdeşleşen Gül Muhammed'e söylenen "Attığın an, sen atmadın, Allah attı" cümlesi… Kim olursa olsun, bir insan bunu ilk duyunca ne yapar???
Geçmişe yolculuk böyle doyumsuz anlar/anılar oluştururken bir anda, gerçekten de bir anda, Araf’ın burcuna oturtulur Kur’an okuyucusu… Kıyamet kopmuş, hesap görülmüş, herkes yerine yerleşmiş… Bu garibanlar ise tam ortada… Hem Cenneti; tahtları, inci nakışlı yastıkları, izzet-ikramı, atlasları, ipekleri, kadifeleri, kuş sütünün de olduğu aşina yeşilliği, neşe ve sevincin zirvesini, hem de Cehennemi; alevi, kızgın narı, iniltileri, fokurtuları, o “curuf”u görüp duyabiliyorlar… En acısı da sahipsizlik hali, gören konuşan, anlayan, aklayan, derdini dinleyen yok.. Çok iyi farkındalar ki, şikâyet etseler de, sabretseler de fark etmiyor… Duanın bini bir para! Yüreklerde çalan şarkılar muhtelif..."Ben ebedi saadetten kovuldum..” "Kendim ettim, kendim buldum..."Allah belanı versin..."
Yine bir anda… Sadece bir anda… Güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, yerin altı ve üstündeki, suyun altı ve üstündeki, gökteki her varlık, o varlıklardan elde edilen her tür eşya, serapa insanın ayakları altında, Kur’an okuyucusunun da gözünün önünde… Kuş cıvıltılarıyla dolu bir fundalık, neşeyle akan derenin sesi… İğde kokusuna karışmış hanımeli ve gül nefesleri… İnsanın ayağının altına serilsin diye var edilmiş, gül gibi, lale gibi karizmatik isimleri ve çağrışımları bulunmadığından belki isim de konmamış ama yine de bin kıvrımla, bin renk tonuyla tezyin edilmiş kır çiçekleri… İnsanın var edilenlerin bir kısmını sevmeye değer görmemesi durumunu önemsememiş anlaşılan Yaratan.. O kadar ince nakışı dağın-tepenin başına,  okyanusun dibine işlemesine bakılırsa…  Bütün bunlar aracılığıyla “ben seni unutmam, sen de Beni unutma “ diyen Rahman’ın şefkati okuyucuyu sarar sarmalar.
"Yol gösteren" bir kitabın olmazsa olmazlarından olmak üzere, nasıl olmalı sorusuna cevap veren, birebir okuyuşuyla konuşan Kitab’ın deniz feneri mesabesinde yönlendirmeleri...
Namaz kıl, bunun için önce abdest al, nasıl mı? Bak, şöyle....
Bir yakınını kaybettin öyle mi? Başka kimler kaldı ardında senden başka? Mal varlığı ne âlemde, borcu vasiyeti? Şöyle paylaştır o halde,  her durumda mevtanın anasını-babasını sakın unutma, aman ha!
Senin gibi inanmıyor öyle mi, hatta bir de inkâr ediyor, bunlar eski masallar diyor ha! Onları Allah’a bırak, boş ver, canını sıkma...Bunlar hep böyleydi zaten, öğretilmiş gibi aynı boş lafları söyler dururlardı...Başlamış bir oyunun ortasında kuralları  değiştirmek isterler.. Sen bir kere istikametini koru, yine de onlara anlatmaya çalış inandığın gerçekliği, inatlarını görmezden gel, bilemezsin ki sen, bugün böyledir yarın seni cebinden çıkartacak mümin muvahhid biri olur çıkar... Ta ki sana, kardeşlerine sadece inanmış olduğunuz için doğrudan zarar vermeye kalktıkları ana kadar... O zaman öyle bir ayağa kalk ki, kendinden emin, güçlü; yer gök korksun...
Evleniyorsun, öyle mi? Mübarek olsun. Aman mehir konusunda çok özen göster, bu önemli… Niyetini temiz tut!
 Boşanıyor musun? Yine mübarek olsun, iyi düşünmüşsündür herhal… Hayat bu, olmasa iyiydi ama oluyor işte… Ama ucunda ölüm yok ya! Niyetini yine temiz tut! İddete özen, mehire de. Anladın mı şimdi neden o kadar ısrar ettim bu konuda başlangıçta. Mümkünse hiç zarar vermeden/görmeden ya da en az hasarla devam etmek gerek yola… Hele çocuklar… Onlar bu süreçten rahat çıksınlar, aksi takdirde hesap ağır olacak, unutma.
*********
Bütün bu sahneler, renkler, kokular ilginizi çekmediyse yazının kalan kısmını okumanıza gerek yok. Ama bu sınırsız gezi hali size cazip geldiyse şunu duymanız lazım: Bu yolculuğa çıkmak uzun hazırlık evreleri, büyük bedeller istemiyor sizden. Yükte hafif, pahada ağır bir derin talebi var bu kitabın: Gözünü, gönlünü, zihnini, bütün yeteneklerini sonuna kadar aç ve öylece gel... Gerisini bana bırak... Kafan karışırsa, anlayamazsan o zaman da bir bilene sor. Kur'an okumanın tek ön şartı bu.  Bu koşulu yerine getirenlere söyleyecek çok şeyi var Kur'an'ın çünkü insana dününü, bugününü, yarınını anlatan bu kitap - adı üzerinde-(Kur'an kelime kökü itibariyle okumak demek) okunmak üzere indirildi. Okumak malum olduğu üzere lafızla mananın aynı anda zihinde buluşması suretiyle gerçekleşiyor. Kur'an'ın Arapça lafzını okuma konusundaki performansa mana boyutunu da eklemenin önemi işte tam da burada şekilleniyor. Lafız manayı koruyor, mana lafzı amacına ulaştırıyor. Kur'an "okumayı” manasını da hesaba katarak düşünmek, kelimelerini sadece seslendirerek telaffuzla yetinmemek,  bu nedenle paha biçilmez bir değer.
Kur'an'ın doğum gününü içinde barındıran Ramazan’da da, diğer on bir ayda da, bir kaç küçük adım    -bittecrübe sabit- çok bereketli farkındalıklara kapı aralar:
*Kur'an okyanusunun kenarında gezen herkes, elindeki kabın vüsatince beslenir. “Kabım küçük” diye üzülme, bazen oradaki bir damla okyanuslara bedel olur.
*Bu alanda aza çoğa bakma! Her gün sadece tek bir ayetin ne dediğini öğrenmek bile, muhteşem bir birikimin nüvesini teşkil edebilir.
*Kur'an okumak çok basamaklı bir süreç. Son basamağı asla göremeyeceksin bunu bil ama yürümekten de asla vazgeçme. İlk basamak Kur’an’ı kurallarına uygun olarak güzelce okumak. İkincisi lafzen ne dediğinin farkına varmak. Okunanlar üzerinde işlem yapmak, dersler çıkarmak…  Basamaklar böylece yükseliyor…
*Kur’an’ı okurken bir cümle, bir hüküm gönlünü derinden yakalayıverdi. Durdun kaldın öylece… Ama sonra üzerinden zaman geçti, unuttun sanki onu. Korkma, bu her Kur’an okuyucusunun başına geliyor. Bu kitabın tasarımı biraz farklı, alışık olduğun giriş-gelişme-sonuç örüntüsü çoğu yerinde yok, konudan konuya konar gibi bir hali var ya, ondan. Tasalanma, o ayet senin gönlüne yerleşti, ihtiyaç anında nasıl da koşuverecek imdada, dene bak, denemesi bedava.
*Bir de bu durumun tersi var. Üç kere-beş kere okudun aynı sureyi… Bir sonraki okuyuşta sanki o ayetle ilk defa karşılaşmışsın gibi hissettin. Ne mi oldu? Bütün ayetleri yıllar önce insanlığa inen Kur’an’ın o ayeti, sana şimdi nazil oldu. Artık onu bir elmas gibi ince ince işlemek sana ait. Bu hal, ömrün son nefesine kadar döne döne Kur’an’ı okuma zorunluluğunun, onu başucu kitabı yapmanın da en önemli sebeplerinden biri.
*Zaman zaman nüzül sırasına göre okumaya özen göster, gör bak neler oluyor…
Hz. Peygamber, Kur’an okumayı yolculuk terimleriyle tanımlıyor ve bu yolculuğa heveslenenlere “müjdeler olsun” diyor. O halde, haydi, size de iyi yolculuklar…
(Bu yazı, aynı başlıkla Diyanet Aile Dergisinin Temmuz sayısında yayınlanan çalışmanın genişletilmiş halidir.)



[1] “Hor bakma sen toprağa, toprakta neler yatur” dizeleriyle başlayan olağanüstü şiiriyle Peygamberleri ve kendisinden önceki bütün güzel canları hayatına davet eden Koca Yunus’un canına selam olsun.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

GRİNİN BİN BİR TONU



Ömrüm grinin tonlarını keşfedip tanımlamayla geçti. Ne tam siyah olabildim ve öyle görebildim vakıayı, ne de tam beyaz... "Ne İsa'ya ne Musa'ya"  halimin sebebi de sanırım bu. Erkekleri eleştiririm feminist, hanımları eleştirir racülist (bu kelime benim icadım) olurum. Tarikat uygulamalarına karşı çıkıp selefi, radikallik eleştirisinde ise geleneksel olarak etiketlenirim. Başörtülü olduğum için birileri için geriyim, gerideyim; başörtümün altını olabildiğince açtığım için de başka birileri için gaflet, dalalet, hatta hıyanet içinde.. En ciddi yorgunluğu hep kalbimde ve zihnimde taşıyışım bundan... Ülkede son üç-dört yıldır yaşananları seyredip de konuşmak benim için aynı sebeple pek zor.. Hükümetin bir icraatını eleştirsen şu cenahtan, paralelden; bu kesimlerle ilgili bir serzenişte hükümetten oluveriyorsun." Eğitim politikası/zlığı felaket" diyorum, savunma yağıyor. "Bir kere, sadece bir kere hızlı trenin bu ülke için çok kıymetli olduğunu ifade edin, bu  sosyalistlerden başlayarak herkesin ortak düşüydü, bu hükümet düşü gerçek kıldı, takdir edilmeli, bütün ağır eleştiriler, çok istiyorsanız hakaretler bu övgüye eklenmeli" diyorum, ateş vuruyor yüzüme... Benzer durum övgü sahasında da geçerli... Kimi övdüysen ondansındır. Oysa ikisi de değilim, üstelik olamam da.... Benim yolum; doğru ve yanlışı görüp  tanımak, değerlendirmek... Bu iki halin de sahipleriyle fazlaca işim yok. Zira bugün doğru cenahında olan daha yarına varmadan yanlışı aşar gider ya da tam tersi, insan bu... Elimizdeki ömür sazının akordu bir kerede tutmuyor.  İnsan zihni kalıplarla düşünmeyi seviyor, tamam ama doğru ve yanlışların "bizden ve onlardan"dan başka  kriteri olmayacak mı? Her durumda, kime karşı yapılırsa yapılsın hataya karşı ortak tavır geliştirme şansımız gerçekten yok mu? Ya da doğruyu, değerli olanı hep birlik olup yüceltme telaşımız? Gelen tepkilerden bezdim, işi duaya bıraktım: "Gerçeği gerçek olarak göster ve onun yanında durmayı kolay kıl, yanlışı yanlış olarak göster ve uzağında tut."

ÖLÜM YALNIZLIĞI


10 Şubat 2014 Pazartesi

Annelik

Gönlümdeki annelik için ya peygamber sabrı ya da çelik gibi sinir lazım. Korkarım bende ikisi de yok.

3 Ocak 2014 Cuma

40 Yaş Duam

“İnsan olgunluk yaşına erip kırk yaşına bastığı zaman: ‘Rabbim, hem bana ve ana babama lütfettiğin nimetler için şükretmem, hem de Seni hoşnut edecek güzel işler yapmam için beni Sen yönlendir. Benim neslimi de iyi insanlardan eyle. Gerçek şu ki; ben Sana yöneldim ve ben Sana teslim olanlardan biriyim’ diye yakarır.” (Ahkaf, 46/15)

Üçler, yediler, kırklar… Karışmak fiiliyle özdeşleştirilen bu sayılar arasında, kırkın özel bir yere sahip olduğu malum: Daha anne karnındaki ilk evrelerin hesabı kırkla ölçülür. Hatta Âdem’in yaratıldığı çamurun kırk günde yoğrulduğunu söyleyenler bile var. Dokuz ay on gün diye bildiğimiz hamilelik süresi bile artık kırk hafta. Dünyaya geldikten sonra kırkı çıkan bebeklerin kırkı uçurulur. Böylece anası en fazla kırk gün süren lohusalıktan çıkar, kırk gündür al basmasın diye onun başını bekleyen anne, teyze, abla, kardeş ekibi dağılır. İki eltinin, arkadaşın doğumları birbirine yakınsa onların kırkı birbirine karışmış, dolaşmıştır.  Artık ayrılmaz, öyle dolaşık kalır. Bu bebekleri ziyarete gelenler anasına da, danasına da kırk buçuk, hatta kırk bir kere maşallah derler.  (Hayır, maşallah değil, maşşşallah derler.)

Bebek büyür, kırk evin kedisi olur, kırk pınardan su içer, kırk ikindi yağmurlarına tutulur. Ne kıymetli bir hayat hediyesidir; “kırk yıllık dostum” diye tanıtacağı canlara bağlanır. Biriyle arasında çabucak gelişen bir yakınlık olursa “kırk yıllık ahbap gibi can ciğer olduk” diye anlatır durumu. “Kırk yıl hatırı” olsun diye bir fincan kahve ikram eder, ısmarlar, olmadı pişirir. Bu hatırı saymayanlara kızar. Kırk paralık işlerle uğraşır bazen. Kırk yılın başı bir iş yapmaya kalkıp da engelle karşılaşınca “kırk yılda bir istediydim, olmadı” der. Kırk haramilere benzeyen dertlerle uğraşırken dara düşünce, kırk katırı mı kırk satırı mı seçsin bilemez olur.

Şu hayatta ne çileler (çile Farsça kırk demek) çeker. Gün gelir öğrenir ki kırk yıllık kâni, yani olmaz. Canı bir işi yapmak istemiyorsa kırk dereden su getirir. Israr ederlerse sonunda “çile”den çıkıverir.  Ah, en kötüsü, kırk yaş bunalımına girerse maazallah kırkından sonra azar, hızını alamazsa üstüne bir de saz çalmaya başlar. 


Eğer “Müslümanım” diyen bir zattan bahsediyorsak o, günde kırk rekât namaz kılıyor, Fatiha’yı da kırk kere okuyor demektir. Malının kırkta birini zekât olarak verdiği gibi, Peygamberliğin Hz. Muhammed’e niye, otuz dokuzda değil, kırk birde değil de kırk yaşında verildiğini merak edip duruyordur. Hz. Musa’nın Tur dağında kırk gün Allah’la neler konuştuğu da elbette ilgi alanındadır, İsrailoğulları’na Allah’ın buyruklarına uymayınca çölde kırk yıl serseri mayın gibi dolaşma cezasının verilmesi de. Bizim “zat”, zühde meraklıysa uzlete çekilir, itikâfının süresi kırk gün olursa ona erbain çıkarttı deriz. (Arapçada erbaîn, kırk demek.) O, ana vatana kesin dönüş yapınca artık kırka hürmet etme işi ardında kalanlara havale edilir. Kırkında helva yapıp dağıtır, ardından dua ederler. Daha onun kırkı çıkmadan başka bir tanıdık da vefat ederse, tıpkı doğumda olduğu gibi, kırklar yine karışır birbirine.

Kırkla ilgili ne kadar çok deyim yerleşmiş dilimize, ne çok farklı meselede karşımıza çıkıyormuş bu sayı değil mi? Ama bu yazının kaleme alınma sebebi, bu deyimlerin işaret ettiği kültür unsurları değil. Bu yazıyı siz şimdi okuyorsunuz ama onun macerası çook önce başladı.

Bundan tam yirmi beş yıl önceydi. Hıfz çalışmamın ilk ayları… 26. cüzün üçüncü sayfasını ezberlerken Ahkâf suresinin 15. ayetini okuduğumda, sol yanımdan yediğim vurgunu hatırlıyorum. Benim “sayılarla, isimlerle, tarihlerle çok işi olmaz” diye bildiğim Kur’an bir yaşa dikkat çekiyor ve o yaşa yakışır özel bir dua öğretiyordu. “Bu kadar farklı bir ayeti, duayı neden önceden duymadım ki” hayreti bayağı uzun sürdü. İmam-Hatip’te, İlahiyat’ta inşa edilmeye çalışılan Kur’an’dan kopuk dindarlığın ürünü olduğumu o zaman daha fark etmemişim anlaşılan, bu kadar uzun süre şaşırdığıma göre. Hemen o yıllarda kırkına giren ablamın yaş gününde bu duayı okurken “oooo, benim sırama daha çok var” demiştim. Oysa ben de kırkı devireli bir hayli zaman oldu.


Kırk, kemâle erme yaşı ayetten açıkça anlaşılacağı gibi. Ama elbette bu kemâlin evsâfı çok önemli. İsyan konusunda kendini geliştirmiş, olgunlaşmış birinin kemâli, doğrudan zevâldir aslında. “Dünya hayatı bir oyun eğlenceden ibaret” diyen Kur’an cümlelerine (En’âm, 6/33), dünyaya gönülden bağlı olanları kastederek “siz de çocuksunuz, oynayıp duruyorsunuz” yorumunu ilave eden Hz. Mevlana’yı bu bağlamda hatırlamak gerek. Olgunlaşmanın hayatın şah değeri olan kulluk bilincinde gerçekleşmesi gerek.


(Bittecrübe sabit) Kırk yaş hayatın tam ortasında bir noktaya işaret ediyor. Bir yanda aslı, ortada kendi, öbür yanda nesli… Kırk yaş; annesinin ve kızının, olmadı torununun alt bezlerinin aynı çöp poşetine konduğunu görme yaşı. Babasının ve oğlunun, olmadı torununun yemek yemesine yardımcı olma çağı. Hangisinin daha çocuk olduğuna bir türlü karar verememe zamanı. Babasını, annesini kaybedince “topun ağzına yaklaşıyoruz, ölüm geldi çattı kapıya, Allaaaah“ dedirten zaman… İşte tam bu noktada 40 yaş duasının yöneldiği belli başlı üç alana (asla, nesle ve kendine) bakmak, Kur’an’ın hayatı (hem de hiç çaktırmadan) iki satırda nasıl güzel özetlediğini gösterecektir.


1- ASLA DUA: Anne babaya iyi davranma, hele de yaşlılık dönemlerinde. (İsrâ, 17/23-24) Kırk yaşa gelirken konu bu mecrâdan geçiyor. Anne ne zorluklarla taşıdı, dünyaya getirdi… Farkında mısınız, Kur’an “ama nasıl yoruldu, nasıl uykusuz kaldı, yıka, ütüle, pişir kotar, ömrü geçti kadının” demiyor.  Anneyle Allah arasındaki bir sırra işaret ediyor: Anne nasıl taşıdı, nasıl doğurdu, sadece ikisi biliyor. Diğer herkes sadece tanık… Ecri de bununla doğru orantılı, yaratma eyleminde canıyla kanıyla görev alan annenin ücretini tam olarak ödeme mercii, sadece Allah. Onun için evlat ne yapsa ödeyemiyor, özelde annenin, genelde ebeveynin hakkını. Zira elde bilgi yok, nasıl bir zorluktu bu. Ancak kendi anne ya da baba olunca, “ah anam, vah babam nasıl uğraşmışsınız”, ”annemi, babamı ancak şimdi anlayabiliyorum” diyebiliyor insan.  Bir taraftan “baba nasıl yaptın şu işi bana” derken,  öte taraftan “haaa, annem bunun için sıkılıyormuş beni” kavrayışı oluşuyor.  Çoğu kez ana babayla ilişkinin tıkanan noktaları, bu merhalede açılıyor, affediveriyor insan. Ve başlıyor duaya:

Allah’ım! Bana verdiğin ilk büyük nimet anam, babam. Onları bana lütfettiğin için Sana şükredebilmeyi nasip eyle. Onlar beni gönderdiğin bu âlemde güzelce karşıladılar, yedirip içirdiler, korudular, eğittiler. Bugün Seninle bunları konuşabildiğime göre, bana Seni de anlattılar. Ara sıra “işçiliklerinden” şikâyetçi olsam da büyüttüler, emek verdiler, everdiler… Sen bütün bu nimetleri bana onların eliyle sundun. Asıl veren Sen’din, bildim. Ama onlar da ikramını güzel sundular. Anama babama verdiğin en büyük nimet de benim, bugün onlar için dua eden, onları baş tacı eden ben… Ne yapsa ebeveynin bir çalışma gününün ücretini ödeyemeyeceğini bilen ben. Lütfet, kerem et, ne yaparsam, nasıl yaparsam Sana bir nebze teşekkür etmiş olabileceğimin yolunu bana göster.

2- KENDİME DUA: Sen göstermezsen ben göremem. Sen vermezsen alamam. Bildirmezsen bilemem. Sevmezsen, sevdirmezsen sevemem. Haydi deyip sırtımı tıpışlamazsan, yolumu açmazsan gidemem. Hayatımın bu yılına geldim. Kaç nefesim kaldığını bilmediğim bir zamandayım, kaba hesap en fazla bu kadar daha yaşarım. Sonra ver elini Senin yanın. Ama buradayken, daha sahnedeyken kendimi Sana beğendirebilmenin yolunu, yöntemini bana göster, lütfen, keremen… Ben verdiğinle, vermediğinle, aldığınla, kızgınlığın ve sevginle, koruğu helva yaptıran imtihanınla, şu şaşkın hallerimi görmezden gelen sabrınla, başa kakmadan nimet yağdıran zarafetinle Sen’den hoşnudum. Güldüren de Sensin, öldüren de, ağlatan da Sensin, yaşatan da. (Necm, 53/43-44) Bilirim, Sen “şu kul ne yapsa da ondan razı oluversem, affediversem, ona güzellikler versem” diye bana bakar durursun. (En’âm, 6/103) Bu engin cömertliğine küçük bir teşekkür sunmam için bana yol göster, öyle işler bulayım ki kendime, Sen de benden hoşnut oluver. Beni nerede istiyorsan orada Sen istihdam et. Sana kavuşacağım ana kadar bu niyet üzere kalmayı bana nasip et.


3- NESLE DUA: Ana babası, evladı olmayan bir Sensin. (İhlâs, 112/1-4) Anam babam, kendim, ama ille de evladım! Onları kutsal emanetin olarak aldım, başım gönlüm üzere. Elimden geldiğince Seni anlatmaya gayret ediyorum. Ama biliyorum ki kendi istikametim bile kendi elimde değilken, onlar için emek verip dua etmekten başka şeye gücüm yetmez. Sevdiklerinin yüzü suyu hürmetine, onları benden daha iyi durumda kıl. İman konulu bu bayrak yarışında bayrağı onların eline vererek göz yummayı bana nasip et. Güzel Yakub’un ölüm döşeğinde aldığı cevabı duymayı bana da nasip et. (Bakara, 2/133) Onları gözümün gönlümün sevinci eyle. (Furkan, 25/74) Yuvama huzur yağdır. Evime, içinde Senin isminin anılmasına izin verdiğin evler içinde olmayı bahşet. (Nur, 24/36) Ama ille Cennette, kendi yanında bana bir ev yap (Tahrim, 66/11), varsın iki göz olsun, komşum Sen ol ama.





Ben bugün kırk yılımı serdim yoluna. Dağarcığımı döktüm önüne. Durum malumun. Her hatamın, her yangınımın içinden dönüp geldim Sana. Bildim, Sen tutmazsan kimse tutmaz elimden. Anladım, Senden başka yok yüzümü güldüren.  Gördüm, hayatım Sensiz kırık dökük, paramparça. Beni Sen bütüne, tevhidine eriştir, hayatımı “bir”le. Kerem et, sağla beni. Eksiğim yükseğim, azım çoğumla, ak ve karalarımla teslim oldum Sana. Değersiz bir paha ile geldim, Yusuf’un cömertliğinin asıl sahibi, Sen tasadduk et bana, bedelini göz önünde bulundurmadan. (Yusuf, 12/88)

1 Ocak 2014 Çarşamba

Mardin'de Süryanilere sessiz davet


Mutfak Çekmecesindeki Etek


“Onun orada ne işi var?” dediniz, değil mi? Ben de öyle derdim büyük bir hayretle, çünkü bazen çekmeceyi çektiğimde dün giydiğim eteği orada görürdüm yeni haliyle. Sadece etek de değil, bazen minder kılıfı, bazen bir bluz, bazen de divan örtüsü. Hepsinin ortak özelliği pamuklu kumaştan olmalarıydı. Annem, artık miyadını doldurduğuna karar verdiği giysileri yıkar, ütüler, değişik ebatlarda keser, iki kat yapıp kenarlarını dikiş makinesinden geçirip el bezi haline getirirdi. Yıllardır kullandığınız giysi böylece tenzil-i rütbe ile mutfak malzemesi haline dönüşürdü.  Bu bir yandan ihtiyaçtı, el bezi dışarıda satılan bir şey değildi, ama bir yandan da anıları korumanın yoluydu, daha doğrusu böyle bir sonuç da doğururdu: En sevdiğim çocukluk giysim, hala annemin mutfak çekmecesinde duruyor.
Ben eski giysileri ancak toz bezi haline getirebiliyorum, sadece yüksek ısıda yıkamak yetiyor zira. Ütü, kesme-biçme-dikme yok. Ha bir de, marketten mutfağa temizlik, kurulama bezi vb. alırken durumu garipsemeyi, “bunun başka bir yolu vardı” diyen içimdeki sessiz uyarıyı duymayı başarabiliyorum.

Ama annemin yöntemi hala cari. Sitede göreceğiniz “Benim İlahilerim” annemin yöntemiyle hazırlandı. Şarkıları aldım, içindeki manayı boşalttım, kendim anlam doldurdum, asıllarına saygıdan, antropomorfik öğeleri yerinde bıraktım ama “bunun benim konumla bir alakası yok” şerhini içimden düşerek etkisizleştirdim ya da uzun uzun yorumladım bana çağrıştırdıklarını…(Misal: “Gözüm kapalı bile Seni görebiliyorum, gülümse, çekiyorum.”) Çok zorda kaldıysam eser sahibinin ruhaniyetinden özür dileyerek tali değişikliklere gittim, dinledim, söyledim, oldu sana şarkıdan ilahi. Bir de şarkıyı her okuyuşumda beni dinleyenler varsa sesli, ya değilse içimden, eser sahibinin asıl kelimesine atıfta bulundum, dipnot niyetine…