…Daha
doğrusu okunamaz. Kur’an, satırlardan sadırlara maharetle süzülen muhteşem
kitap buna izin vermez çünkü… … Diyelim
sırtınızı güzelce yaslayıp beyaz dantel örtülü yastığa, ağırbaşlı bir edayla
oturdunuz divana, başlamadan bir de dışarıda oynayan çocuklara gülümsediniz
usulca… Yolculukta, bulutları ya da
önünüzden hızla koşuşarak kaçan ağaçları, dere-tepeyi seyrederken… İşyerinizde
hızla yenen yemekle öğle namazı arasında…
Biraz geçe bırakılmış yatsı namazını yeni kılmış, yatağınızın ucuna
ilişmişken… “Biraz sohbet edelim O’nunla, ağzımızın/ruhumuzun tadı yerine
gelsin” deyip açtınız Kelam-ı Kadim’in
kapağını… İşte ne oluyorsa o an olmaya başlar… Bir de bakarsınız artık o odada,
uçakta, otobüs ya da trende, işyerinde, yatağın ucunda değilsiniz. Sanki bir
macera filminin setinde, zaman tüneline girmiş, bambaşka zamanlara
düşürmüşsünüz yolu…
Mübarek
elleriyle cansız bir bedene dokunup onu Allah’ın izniyle dirilten İsa’nın hemen
yanıbaşında, ölü yakınlarının sevinç gözyaşlarına tanık olur Kur'an okuyucusu.
Durduk yere
katil damgası yiyip, yanına bir iki parça üst baş bile alamadan yola dökülen,
ta Medyen’e kadar kalbi pırpır ederek yürüyüp bir de o yorgunluğun üstüne köy
çeşmesinde kendilerine sıra gelmesini beleyen iki kızcağızın hayvanlarını,
hayrına sulayıveren Hz. Musa... Tükenmiş halde gölgesine sığındığı o ağaca
Kur'an okuyucusu da sırtını yaslar. Aç-bîlaç
o kadar yolu beraber yürüyünce onun da dizinde derman, gözünde fer kalmamıştır,
o çileli Peygamberle birlikte mırıldanır:
“Rabbim, ne göndersen kabulüm…” Eve dönüp bu gencin alicenaplığından
babasına bahseden, sonra da parmaklarının ucuna basa basa Musa’ya gelip “babam
seni çağırıyor” diyen kızın pembeleşen yüzü, kalp atışları... Taşlara sürünen eteklerinin
hışırtısı kulaklarında Kur’an okuyucusunun…
“Vücudunu kurt yiyen,
Kurt yedikçe şükreden
Belalara sabreden Eyüp peygambere”,
"geçmiş olsun"a gider.
“Yusuf’un yavi kılan,
Kurt ile davi kılan,
Ağlayıp
gözsüz kalan Yakup Peygamber'in” omzuna usulca dokunup bir mendil uzatmak gelir
içinden...
Böyledir
çünkü artık bu hikâyeleri yazılı bir metinden okumanın çok ötesinde bir boyut
söz konusudur. Kur’an okuyucusu bütün bu davaların sadece seyircisi değil,
müdahil tarafıdır, "dağlarla
taşlarla Mevla’yı çağıran”, sese adını veren adamla, Davud’la bir ilahi
tutturur, Süleyman'la birlikte cins atların boyunlarını okşar. Bu iş taa
“Cennette buğday yiyen” Âdem’e kadar varır, dayanır ve sonra döner gelir:
Müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için evinden tam adımını attığı anda
Güzel Peygamber’e... Akşam yemeğine davet ettiği arkadaşları yemekten sonra
dağılmayıp uzun uzun oturunca
"Eve
gidince ne yaparsınız?
-Yatarız.
Siz
gitseniz biz de yatarız" diyemeyen Can Ahmed'in bakışlarından süzülen
yorgunluk… Akla karanın ayrıştığı günde
iradesi rabbin iradesiyle özdeşleşen Gül Muhammed'e söylenen "Attığın an,
sen atmadın, Allah attı" cümlesi… Kim olursa olsun, bir insan bunu ilk
duyunca ne yapar???
Geçmişe
yolculuk böyle doyumsuz anlar/anılar oluştururken bir anda, gerçekten de bir
anda, Araf’ın burcuna oturtulur Kur’an okuyucusu… Kıyamet kopmuş, hesap
görülmüş, herkes yerine yerleşmiş… Bu garibanlar ise tam ortada… Hem Cenneti;
tahtları, inci nakışlı yastıkları, izzet-ikramı, atlasları, ipekleri,
kadifeleri, kuş sütünün de olduğu aşina yeşilliği, neşe ve sevincin zirvesini,
hem de Cehennemi; alevi, kızgın narı, iniltileri, fokurtuları, o “curuf”u görüp
duyabiliyorlar… En acısı da sahipsizlik hali, gören konuşan, anlayan, aklayan,
derdini dinleyen yok.. Çok iyi farkındalar ki, şikâyet etseler de, sabretseler
de fark etmiyor… Duanın bini bir para! Yüreklerde çalan şarkılar
muhtelif..."Ben ebedi saadetten kovuldum..” "Kendim ettim, kendim
buldum..."Allah belanı versin..."
Yine bir anda… Sadece bir anda… Güneş, ay,
yıldızlar, hayvanlar, yerin altı ve üstündeki, suyun altı ve üstündeki, gökteki
her varlık, o varlıklardan elde edilen her tür eşya, serapa insanın ayakları
altında, Kur’an okuyucusunun da gözünün önünde… Kuş cıvıltılarıyla dolu bir
fundalık, neşeyle akan derenin sesi… İğde kokusuna karışmış hanımeli ve gül
nefesleri… İnsanın ayağının altına serilsin diye var edilmiş, gül gibi, lale
gibi karizmatik isimleri ve çağrışımları bulunmadığından belki isim de konmamış
ama yine de bin kıvrımla, bin renk tonuyla tezyin edilmiş kır çiçekleri…
İnsanın var edilenlerin bir kısmını sevmeye değer görmemesi durumunu
önemsememiş anlaşılan Yaratan.. O kadar ince nakışı dağın-tepenin başına, okyanusun dibine işlemesine bakılırsa… Bütün bunlar aracılığıyla “ben seni unutmam,
sen de Beni unutma “ diyen Rahman’ın şefkati okuyucuyu sarar sarmalar.
"Yol
gösteren" bir kitabın olmazsa olmazlarından olmak üzere, nasıl olmalı
sorusuna cevap veren, birebir okuyuşuyla konuşan Kitab’ın deniz feneri
mesabesinde yönlendirmeleri...
Namaz kıl,
bunun için önce abdest al, nasıl mı? Bak, şöyle....
Bir
yakınını kaybettin öyle mi? Başka kimler kaldı ardında senden başka? Mal
varlığı ne âlemde, borcu vasiyeti? Şöyle paylaştır o halde, her durumda mevtanın anasını-babasını sakın
unutma, aman ha!
Senin gibi
inanmıyor öyle mi, hatta bir de inkâr ediyor, bunlar eski masallar diyor ha!
Onları Allah’a bırak, boş ver, canını sıkma...Bunlar hep böyleydi zaten,
öğretilmiş gibi aynı boş lafları söyler dururlardı...Başlamış bir oyunun
ortasında kuralları değiştirmek
isterler.. Sen bir kere istikametini koru, yine de onlara anlatmaya çalış
inandığın gerçekliği, inatlarını görmezden gel, bilemezsin ki sen, bugün
böyledir yarın seni cebinden çıkartacak mümin muvahhid biri olur çıkar... Ta ki
sana, kardeşlerine sadece inanmış olduğunuz için doğrudan zarar vermeye
kalktıkları ana kadar... O zaman öyle bir ayağa kalk ki, kendinden emin, güçlü;
yer gök korksun...
Evleniyorsun,
öyle mi? Mübarek olsun. Aman mehir konusunda çok özen göster, bu önemli…
Niyetini temiz tut!
Boşanıyor musun? Yine mübarek olsun, iyi
düşünmüşsündür herhal… Hayat bu, olmasa iyiydi ama oluyor işte… Ama ucunda ölüm
yok ya! Niyetini yine temiz tut! İddete özen, mehire de. Anladın mı şimdi neden
o kadar ısrar ettim bu konuda başlangıçta. Mümkünse hiç zarar vermeden/görmeden
ya da en az hasarla devam etmek gerek yola… Hele çocuklar… Onlar bu süreçten rahat
çıksınlar, aksi takdirde hesap ağır olacak, unutma.
*********
Bütün bu
sahneler, renkler, kokular ilginizi çekmediyse yazının kalan kısmını okumanıza
gerek yok. Ama bu sınırsız gezi hali size cazip geldiyse şunu duymanız lazım:
Bu yolculuğa çıkmak uzun hazırlık evreleri, büyük bedeller istemiyor sizden.
Yükte hafif, pahada ağır bir derin talebi var bu kitabın: Gözünü, gönlünü,
zihnini, bütün yeteneklerini sonuna kadar aç ve öylece gel... Gerisini bana
bırak... Kafan karışırsa, anlayamazsan o zaman da bir bilene sor. Kur'an
okumanın tek ön şartı bu. Bu koşulu
yerine getirenlere söyleyecek çok şeyi var Kur'an'ın çünkü insana dününü,
bugününü, yarınını anlatan bu kitap - adı üzerinde-(Kur'an kelime kökü
itibariyle okumak demek) okunmak üzere indirildi. Okumak malum olduğu üzere
lafızla mananın aynı anda zihinde buluşması suretiyle gerçekleşiyor. Kur'an'ın
Arapça lafzını okuma konusundaki performansa mana boyutunu da eklemenin önemi
işte tam da burada şekilleniyor. Lafız manayı koruyor, mana lafzı amacına
ulaştırıyor. Kur'an "okumayı” manasını da hesaba katarak düşünmek,
kelimelerini sadece seslendirerek telaffuzla yetinmemek, bu nedenle paha biçilmez bir değer.
Kur'an'ın doğum gününü içinde barındıran Ramazan’da
da, diğer on bir ayda da, bir kaç küçük adım
-bittecrübe sabit- çok bereketli
farkındalıklara kapı aralar:
*Kur'an okyanusunun kenarında gezen herkes,
elindeki kabın vüsatince beslenir. “Kabım küçük” diye üzülme, bazen oradaki bir
damla okyanuslara bedel olur.
*Bu alanda aza çoğa bakma! Her gün sadece tek bir
ayetin ne dediğini öğrenmek bile, muhteşem bir birikimin nüvesini teşkil
edebilir.
*Kur'an okumak çok basamaklı bir süreç. Son
basamağı asla göremeyeceksin bunu bil ama yürümekten de asla vazgeçme. İlk
basamak Kur’an’ı kurallarına uygun olarak güzelce okumak. İkincisi lafzen ne
dediğinin farkına varmak. Okunanlar üzerinde işlem yapmak, dersler
çıkarmak… Basamaklar böylece yükseliyor…
*Kur’an’ı okurken bir cümle, bir hüküm gönlünü
derinden yakalayıverdi. Durdun kaldın öylece… Ama sonra üzerinden zaman geçti,
unuttun sanki onu. Korkma, bu her Kur’an okuyucusunun başına geliyor. Bu
kitabın tasarımı biraz farklı, alışık olduğun giriş-gelişme-sonuç örüntüsü çoğu
yerinde yok, konudan konuya konar gibi bir hali var ya, ondan. Tasalanma, o ayet
senin gönlüne yerleşti, ihtiyaç anında nasıl da koşuverecek imdada, dene bak,
denemesi bedava.
*Bir de bu durumun tersi var. Üç kere-beş kere
okudun aynı sureyi… Bir sonraki okuyuşta sanki o ayetle ilk defa karşılaşmışsın
gibi hissettin. Ne mi oldu? Bütün ayetleri yıllar önce insanlığa inen Kur’an’ın
o ayeti, sana şimdi nazil oldu. Artık onu bir elmas gibi ince ince işlemek sana
ait. Bu hal, ömrün son nefesine kadar döne döne Kur’an’ı okuma zorunluluğunun,
onu başucu kitabı yapmanın da en önemli sebeplerinden biri.
*Zaman zaman nüzül sırasına göre okumaya özen
göster, gör bak neler oluyor…
Hz. Peygamber, Kur’an okumayı yolculuk
terimleriyle tanımlıyor ve bu yolculuğa heveslenenlere “müjdeler olsun” diyor.
O halde, haydi, size de iyi yolculuklar…
(Bu yazı, aynı başlıkla Diyanet Aile Dergisinin Temmuz sayısında yayınlanan çalışmanın genişletilmiş halidir.)