3 Ocak 2014 Cuma

40 Yaş Duam

“İnsan olgunluk yaşına erip kırk yaşına bastığı zaman: ‘Rabbim, hem bana ve ana babama lütfettiğin nimetler için şükretmem, hem de Seni hoşnut edecek güzel işler yapmam için beni Sen yönlendir. Benim neslimi de iyi insanlardan eyle. Gerçek şu ki; ben Sana yöneldim ve ben Sana teslim olanlardan biriyim’ diye yakarır.” (Ahkaf, 46/15)

Üçler, yediler, kırklar… Karışmak fiiliyle özdeşleştirilen bu sayılar arasında, kırkın özel bir yere sahip olduğu malum: Daha anne karnındaki ilk evrelerin hesabı kırkla ölçülür. Hatta Âdem’in yaratıldığı çamurun kırk günde yoğrulduğunu söyleyenler bile var. Dokuz ay on gün diye bildiğimiz hamilelik süresi bile artık kırk hafta. Dünyaya geldikten sonra kırkı çıkan bebeklerin kırkı uçurulur. Böylece anası en fazla kırk gün süren lohusalıktan çıkar, kırk gündür al basmasın diye onun başını bekleyen anne, teyze, abla, kardeş ekibi dağılır. İki eltinin, arkadaşın doğumları birbirine yakınsa onların kırkı birbirine karışmış, dolaşmıştır.  Artık ayrılmaz, öyle dolaşık kalır. Bu bebekleri ziyarete gelenler anasına da, danasına da kırk buçuk, hatta kırk bir kere maşallah derler.  (Hayır, maşallah değil, maşşşallah derler.)

Bebek büyür, kırk evin kedisi olur, kırk pınardan su içer, kırk ikindi yağmurlarına tutulur. Ne kıymetli bir hayat hediyesidir; “kırk yıllık dostum” diye tanıtacağı canlara bağlanır. Biriyle arasında çabucak gelişen bir yakınlık olursa “kırk yıllık ahbap gibi can ciğer olduk” diye anlatır durumu. “Kırk yıl hatırı” olsun diye bir fincan kahve ikram eder, ısmarlar, olmadı pişirir. Bu hatırı saymayanlara kızar. Kırk paralık işlerle uğraşır bazen. Kırk yılın başı bir iş yapmaya kalkıp da engelle karşılaşınca “kırk yılda bir istediydim, olmadı” der. Kırk haramilere benzeyen dertlerle uğraşırken dara düşünce, kırk katırı mı kırk satırı mı seçsin bilemez olur.

Şu hayatta ne çileler (çile Farsça kırk demek) çeker. Gün gelir öğrenir ki kırk yıllık kâni, yani olmaz. Canı bir işi yapmak istemiyorsa kırk dereden su getirir. Israr ederlerse sonunda “çile”den çıkıverir.  Ah, en kötüsü, kırk yaş bunalımına girerse maazallah kırkından sonra azar, hızını alamazsa üstüne bir de saz çalmaya başlar. 


Eğer “Müslümanım” diyen bir zattan bahsediyorsak o, günde kırk rekât namaz kılıyor, Fatiha’yı da kırk kere okuyor demektir. Malının kırkta birini zekât olarak verdiği gibi, Peygamberliğin Hz. Muhammed’e niye, otuz dokuzda değil, kırk birde değil de kırk yaşında verildiğini merak edip duruyordur. Hz. Musa’nın Tur dağında kırk gün Allah’la neler konuştuğu da elbette ilgi alanındadır, İsrailoğulları’na Allah’ın buyruklarına uymayınca çölde kırk yıl serseri mayın gibi dolaşma cezasının verilmesi de. Bizim “zat”, zühde meraklıysa uzlete çekilir, itikâfının süresi kırk gün olursa ona erbain çıkarttı deriz. (Arapçada erbaîn, kırk demek.) O, ana vatana kesin dönüş yapınca artık kırka hürmet etme işi ardında kalanlara havale edilir. Kırkında helva yapıp dağıtır, ardından dua ederler. Daha onun kırkı çıkmadan başka bir tanıdık da vefat ederse, tıpkı doğumda olduğu gibi, kırklar yine karışır birbirine.

Kırkla ilgili ne kadar çok deyim yerleşmiş dilimize, ne çok farklı meselede karşımıza çıkıyormuş bu sayı değil mi? Ama bu yazının kaleme alınma sebebi, bu deyimlerin işaret ettiği kültür unsurları değil. Bu yazıyı siz şimdi okuyorsunuz ama onun macerası çook önce başladı.

Bundan tam yirmi beş yıl önceydi. Hıfz çalışmamın ilk ayları… 26. cüzün üçüncü sayfasını ezberlerken Ahkâf suresinin 15. ayetini okuduğumda, sol yanımdan yediğim vurgunu hatırlıyorum. Benim “sayılarla, isimlerle, tarihlerle çok işi olmaz” diye bildiğim Kur’an bir yaşa dikkat çekiyor ve o yaşa yakışır özel bir dua öğretiyordu. “Bu kadar farklı bir ayeti, duayı neden önceden duymadım ki” hayreti bayağı uzun sürdü. İmam-Hatip’te, İlahiyat’ta inşa edilmeye çalışılan Kur’an’dan kopuk dindarlığın ürünü olduğumu o zaman daha fark etmemişim anlaşılan, bu kadar uzun süre şaşırdığıma göre. Hemen o yıllarda kırkına giren ablamın yaş gününde bu duayı okurken “oooo, benim sırama daha çok var” demiştim. Oysa ben de kırkı devireli bir hayli zaman oldu.


Kırk, kemâle erme yaşı ayetten açıkça anlaşılacağı gibi. Ama elbette bu kemâlin evsâfı çok önemli. İsyan konusunda kendini geliştirmiş, olgunlaşmış birinin kemâli, doğrudan zevâldir aslında. “Dünya hayatı bir oyun eğlenceden ibaret” diyen Kur’an cümlelerine (En’âm, 6/33), dünyaya gönülden bağlı olanları kastederek “siz de çocuksunuz, oynayıp duruyorsunuz” yorumunu ilave eden Hz. Mevlana’yı bu bağlamda hatırlamak gerek. Olgunlaşmanın hayatın şah değeri olan kulluk bilincinde gerçekleşmesi gerek.


(Bittecrübe sabit) Kırk yaş hayatın tam ortasında bir noktaya işaret ediyor. Bir yanda aslı, ortada kendi, öbür yanda nesli… Kırk yaş; annesinin ve kızının, olmadı torununun alt bezlerinin aynı çöp poşetine konduğunu görme yaşı. Babasının ve oğlunun, olmadı torununun yemek yemesine yardımcı olma çağı. Hangisinin daha çocuk olduğuna bir türlü karar verememe zamanı. Babasını, annesini kaybedince “topun ağzına yaklaşıyoruz, ölüm geldi çattı kapıya, Allaaaah“ dedirten zaman… İşte tam bu noktada 40 yaş duasının yöneldiği belli başlı üç alana (asla, nesle ve kendine) bakmak, Kur’an’ın hayatı (hem de hiç çaktırmadan) iki satırda nasıl güzel özetlediğini gösterecektir.


1- ASLA DUA: Anne babaya iyi davranma, hele de yaşlılık dönemlerinde. (İsrâ, 17/23-24) Kırk yaşa gelirken konu bu mecrâdan geçiyor. Anne ne zorluklarla taşıdı, dünyaya getirdi… Farkında mısınız, Kur’an “ama nasıl yoruldu, nasıl uykusuz kaldı, yıka, ütüle, pişir kotar, ömrü geçti kadının” demiyor.  Anneyle Allah arasındaki bir sırra işaret ediyor: Anne nasıl taşıdı, nasıl doğurdu, sadece ikisi biliyor. Diğer herkes sadece tanık… Ecri de bununla doğru orantılı, yaratma eyleminde canıyla kanıyla görev alan annenin ücretini tam olarak ödeme mercii, sadece Allah. Onun için evlat ne yapsa ödeyemiyor, özelde annenin, genelde ebeveynin hakkını. Zira elde bilgi yok, nasıl bir zorluktu bu. Ancak kendi anne ya da baba olunca, “ah anam, vah babam nasıl uğraşmışsınız”, ”annemi, babamı ancak şimdi anlayabiliyorum” diyebiliyor insan.  Bir taraftan “baba nasıl yaptın şu işi bana” derken,  öte taraftan “haaa, annem bunun için sıkılıyormuş beni” kavrayışı oluşuyor.  Çoğu kez ana babayla ilişkinin tıkanan noktaları, bu merhalede açılıyor, affediveriyor insan. Ve başlıyor duaya:

Allah’ım! Bana verdiğin ilk büyük nimet anam, babam. Onları bana lütfettiğin için Sana şükredebilmeyi nasip eyle. Onlar beni gönderdiğin bu âlemde güzelce karşıladılar, yedirip içirdiler, korudular, eğittiler. Bugün Seninle bunları konuşabildiğime göre, bana Seni de anlattılar. Ara sıra “işçiliklerinden” şikâyetçi olsam da büyüttüler, emek verdiler, everdiler… Sen bütün bu nimetleri bana onların eliyle sundun. Asıl veren Sen’din, bildim. Ama onlar da ikramını güzel sundular. Anama babama verdiğin en büyük nimet de benim, bugün onlar için dua eden, onları baş tacı eden ben… Ne yapsa ebeveynin bir çalışma gününün ücretini ödeyemeyeceğini bilen ben. Lütfet, kerem et, ne yaparsam, nasıl yaparsam Sana bir nebze teşekkür etmiş olabileceğimin yolunu bana göster.

2- KENDİME DUA: Sen göstermezsen ben göremem. Sen vermezsen alamam. Bildirmezsen bilemem. Sevmezsen, sevdirmezsen sevemem. Haydi deyip sırtımı tıpışlamazsan, yolumu açmazsan gidemem. Hayatımın bu yılına geldim. Kaç nefesim kaldığını bilmediğim bir zamandayım, kaba hesap en fazla bu kadar daha yaşarım. Sonra ver elini Senin yanın. Ama buradayken, daha sahnedeyken kendimi Sana beğendirebilmenin yolunu, yöntemini bana göster, lütfen, keremen… Ben verdiğinle, vermediğinle, aldığınla, kızgınlığın ve sevginle, koruğu helva yaptıran imtihanınla, şu şaşkın hallerimi görmezden gelen sabrınla, başa kakmadan nimet yağdıran zarafetinle Sen’den hoşnudum. Güldüren de Sensin, öldüren de, ağlatan da Sensin, yaşatan da. (Necm, 53/43-44) Bilirim, Sen “şu kul ne yapsa da ondan razı oluversem, affediversem, ona güzellikler versem” diye bana bakar durursun. (En’âm, 6/103) Bu engin cömertliğine küçük bir teşekkür sunmam için bana yol göster, öyle işler bulayım ki kendime, Sen de benden hoşnut oluver. Beni nerede istiyorsan orada Sen istihdam et. Sana kavuşacağım ana kadar bu niyet üzere kalmayı bana nasip et.


3- NESLE DUA: Ana babası, evladı olmayan bir Sensin. (İhlâs, 112/1-4) Anam babam, kendim, ama ille de evladım! Onları kutsal emanetin olarak aldım, başım gönlüm üzere. Elimden geldiğince Seni anlatmaya gayret ediyorum. Ama biliyorum ki kendi istikametim bile kendi elimde değilken, onlar için emek verip dua etmekten başka şeye gücüm yetmez. Sevdiklerinin yüzü suyu hürmetine, onları benden daha iyi durumda kıl. İman konulu bu bayrak yarışında bayrağı onların eline vererek göz yummayı bana nasip et. Güzel Yakub’un ölüm döşeğinde aldığı cevabı duymayı bana da nasip et. (Bakara, 2/133) Onları gözümün gönlümün sevinci eyle. (Furkan, 25/74) Yuvama huzur yağdır. Evime, içinde Senin isminin anılmasına izin verdiğin evler içinde olmayı bahşet. (Nur, 24/36) Ama ille Cennette, kendi yanında bana bir ev yap (Tahrim, 66/11), varsın iki göz olsun, komşum Sen ol ama.





Ben bugün kırk yılımı serdim yoluna. Dağarcığımı döktüm önüne. Durum malumun. Her hatamın, her yangınımın içinden dönüp geldim Sana. Bildim, Sen tutmazsan kimse tutmaz elimden. Anladım, Senden başka yok yüzümü güldüren.  Gördüm, hayatım Sensiz kırık dökük, paramparça. Beni Sen bütüne, tevhidine eriştir, hayatımı “bir”le. Kerem et, sağla beni. Eksiğim yükseğim, azım çoğumla, ak ve karalarımla teslim oldum Sana. Değersiz bir paha ile geldim, Yusuf’un cömertliğinin asıl sahibi, Sen tasadduk et bana, bedelini göz önünde bulundurmadan. (Yusuf, 12/88)

5 yorum:

  1. Amin. Allah razı olsun hocam. Yüreğinize sağlık. Çok isabetli tespitler. Rabbim yardımcınız olsun

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Uzun zamandır blogla ilgilenemiyorum. Bugün bu yazı gerekince buraya döndüm ve yorumunuzu okudum. Cümlemizin Rab yari olsun. Selamlar.

      Sil
  2. Harika bir yazı..Yüreklere dokunan..Yürekleri doyuran..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Hüsna Hocam. Baki selam ile.

      Sil
  3. Çok güzel bir dua.Dimağınıza sağlık.Eylülde bu duayı 40 yaşım için yapıcam insallah

    YanıtlaSil