7 Eylül 2014 Pazar

ÜZERİNDEN ÇOK ZAMAN GEÇTİ AMA... İÇİMDE KALMASIN

Soma'dan sonraki günlerdeydi, mealen şöyle bir cümle kurdu Taner Yıldız: "Halkımızın kadere boyun eğen, mütevekkil haline müteşekkiriz." İçinde bulunduğu durumda son derece samimi bir iç döküştü herhalde... Gerçekten durumu çok kolaylaştıran, hafifleten bir bileşendir kader, hele de acı karşısında... Ancak sadece iki ucu değil, her noktası keskin "kader" bıçağını ele almazdan önce ne kadar çok düşünmesi gerekiyor neyin kader olduğunu bilemeyen insanın... Bir çizgi var, tamam ama koordinatları nerelerden geçiyor bilinmediği için, insana düşen, elinden gelenin tamamını yaptıktan sonra ortaya çıkan durumu anlayana kadar beklemek kaderden bahsetmek için...Yıldız'ın bu cümlesi ancak "Yapılan  tetkikler madendeki bütün faaliyetlerin prosedüre uygun devam ettirildiğini açıkça ortaya koymaktadır." ifadesinin ardından gelse bir anlam ifade edebilir ve "olayın tabiatında olan" riskle uyumlu sayılabilirdi.Gerekli denetimlerin yapılmadığı, ansızın gelmesi gereken denetlemelerin önceden haber alındığı, gerekli eğitimin verilmediği vb. iddialar (bunların gerçek olması gerekmiyor, iddianın varlığı bile yeter) dillerde dolaşırken mütevekkil hale teşekkür etmek, kolaycılık ve kadere ve imana bir miktar saygısızlık olmuyor mu?
Müfettiş geleceğini önceden haber alıp temizlenen ve göze batacak her tür kusurdan steril hale getirilen okullar, tamamlanan yıllık ve günlük planlar her öğretmenin, trafik muayenesine giderken reflektör, yangın söndürme tüpü, takoz, çekme halatı gibi araçta bulundurulması "zorunlu" ama "lüzumsuz" alet-edevatı eş-dosttan devşirip muayeneden geçtikten sonra sahibine büyük bir şükran duygusuyla teslim etmek her şoförün vb. malumu iken Soma'daki iddialara yeterince ciddi tepki veremiyoruz, en acısı da bu. Hepimizin bilinç altında zahiren yerine getiriyormuşuz gibi yaptığımız  o kadar çok" prosedür" anısı var ki...Belediye tapu masrafını bile reel rakam üzerinden tahakkuk ettirmiyor, resmen-fiilen yalan. Resmi-gayrıresmi teşvikle sahtekarlığa hepimiz bu kadar gark olmuşken masum değiliz hiçbirimiz...

2 Eylül 2014 Salı

DÖRT DUVAR ARASINDA KUR'AN OKUNMAZ

…Daha doğrusu okunamaz. Kur’an, satırlardan sadırlara maharetle süzülen muhteşem kitap buna izin vermez  çünkü… … Diyelim sırtınızı güzelce yaslayıp beyaz dantel örtülü yastığa, ağırbaşlı bir edayla oturdunuz divana, başlamadan bir de dışarıda oynayan çocuklara gülümsediniz usulca…  Yolculukta, bulutları ya da önünüzden hızla koşuşarak kaçan ağaçları, dere-tepeyi seyrederken… İşyerinizde hızla yenen yemekle öğle namazı arasında…  Biraz geçe bırakılmış yatsı namazını yeni kılmış, yatağınızın ucuna ilişmişken… “Biraz sohbet edelim O’nunla, ağzımızın/ruhumuzun tadı yerine gelsin” deyip açtınız  Kelam-ı Kadim’in kapağını… İşte ne oluyorsa o an olmaya başlar… Bir de bakarsınız artık o odada, uçakta, otobüs ya da trende, işyerinde, yatağın ucunda değilsiniz. Sanki bir macera filminin setinde, zaman tüneline girmiş, bambaşka zamanlara düşürmüşsünüz yolu…
Mübarek elleriyle cansız bir bedene dokunup onu Allah’ın izniyle dirilten İsa’nın hemen yanıbaşında, ölü yakınlarının sevinç gözyaşlarına tanık olur Kur'an okuyucusu.
Durduk yere katil damgası yiyip, yanına bir iki parça üst baş bile alamadan yola dökülen, ta Medyen’e kadar kalbi pırpır ederek yürüyüp bir de o yorgunluğun üstüne köy çeşmesinde kendilerine sıra gelmesini beleyen iki kızcağızın hayvanlarını, hayrına sulayıveren Hz. Musa... Tükenmiş halde gölgesine sığındığı o ağaca Kur'an okuyucusu da sırtını yaslar.  Aç-bîlaç o kadar yolu beraber yürüyünce onun da dizinde derman, gözünde fer kalmamıştır, o çileli Peygamberle birlikte mırıldanır:  “Rabbim, ne göndersen kabulüm…” Eve dönüp bu gencin alicenaplığından babasına bahseden, sonra da parmaklarının ucuna basa basa Musa’ya gelip “babam seni çağırıyor” diyen kızın pembeleşen yüzü, kalp atışları... Taşlara sürünen eteklerinin hışırtısı kulaklarında Kur’an okuyucusunun…
“Vücudunu kurt yiyen,
Kurt yedikçe şükreden
Belalara sabreden Eyüp peygambere”,[1] "geçmiş olsun"a gider.
“Yusuf’un yavi kılan,
Kurt ile davi kılan,
 Ağlayıp gözsüz kalan Yakup Peygamber'in” omzuna usulca dokunup bir mendil uzatmak gelir içinden...
Böyledir çünkü artık bu hikâyeleri yazılı bir metinden okumanın çok ötesinde bir boyut söz konusudur. Kur’an okuyucusu bütün bu davaların sadece seyircisi değil, müdahil tarafıdır,  "dağlarla taşlarla Mevla’yı çağıran”, sese adını veren adamla, Davud’la bir ilahi tutturur, Süleyman'la birlikte cins atların boyunlarını okşar. Bu iş taa “Cennette buğday yiyen” Âdem’e kadar varır, dayanır ve sonra döner gelir: Müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için evinden tam adımını attığı anda Güzel Peygamber’e... Akşam yemeğine davet ettiği arkadaşları yemekten sonra dağılmayıp uzun uzun oturunca
"Eve gidince ne yaparsınız?
-Yatarız.
Siz gitseniz biz de yatarız" diyemeyen Can Ahmed'in bakışlarından süzülen yorgunluk…  Akla karanın ayrıştığı günde iradesi rabbin iradesiyle özdeşleşen Gül Muhammed'e söylenen "Attığın an, sen atmadın, Allah attı" cümlesi… Kim olursa olsun, bir insan bunu ilk duyunca ne yapar???
Geçmişe yolculuk böyle doyumsuz anlar/anılar oluştururken bir anda, gerçekten de bir anda, Araf’ın burcuna oturtulur Kur’an okuyucusu… Kıyamet kopmuş, hesap görülmüş, herkes yerine yerleşmiş… Bu garibanlar ise tam ortada… Hem Cenneti; tahtları, inci nakışlı yastıkları, izzet-ikramı, atlasları, ipekleri, kadifeleri, kuş sütünün de olduğu aşina yeşilliği, neşe ve sevincin zirvesini, hem de Cehennemi; alevi, kızgın narı, iniltileri, fokurtuları, o “curuf”u görüp duyabiliyorlar… En acısı da sahipsizlik hali, gören konuşan, anlayan, aklayan, derdini dinleyen yok.. Çok iyi farkındalar ki, şikâyet etseler de, sabretseler de fark etmiyor… Duanın bini bir para! Yüreklerde çalan şarkılar muhtelif..."Ben ebedi saadetten kovuldum..” "Kendim ettim, kendim buldum..."Allah belanı versin..."
Yine bir anda… Sadece bir anda… Güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, yerin altı ve üstündeki, suyun altı ve üstündeki, gökteki her varlık, o varlıklardan elde edilen her tür eşya, serapa insanın ayakları altında, Kur’an okuyucusunun da gözünün önünde… Kuş cıvıltılarıyla dolu bir fundalık, neşeyle akan derenin sesi… İğde kokusuna karışmış hanımeli ve gül nefesleri… İnsanın ayağının altına serilsin diye var edilmiş, gül gibi, lale gibi karizmatik isimleri ve çağrışımları bulunmadığından belki isim de konmamış ama yine de bin kıvrımla, bin renk tonuyla tezyin edilmiş kır çiçekleri… İnsanın var edilenlerin bir kısmını sevmeye değer görmemesi durumunu önemsememiş anlaşılan Yaratan.. O kadar ince nakışı dağın-tepenin başına,  okyanusun dibine işlemesine bakılırsa…  Bütün bunlar aracılığıyla “ben seni unutmam, sen de Beni unutma “ diyen Rahman’ın şefkati okuyucuyu sarar sarmalar.
"Yol gösteren" bir kitabın olmazsa olmazlarından olmak üzere, nasıl olmalı sorusuna cevap veren, birebir okuyuşuyla konuşan Kitab’ın deniz feneri mesabesinde yönlendirmeleri...
Namaz kıl, bunun için önce abdest al, nasıl mı? Bak, şöyle....
Bir yakınını kaybettin öyle mi? Başka kimler kaldı ardında senden başka? Mal varlığı ne âlemde, borcu vasiyeti? Şöyle paylaştır o halde,  her durumda mevtanın anasını-babasını sakın unutma, aman ha!
Senin gibi inanmıyor öyle mi, hatta bir de inkâr ediyor, bunlar eski masallar diyor ha! Onları Allah’a bırak, boş ver, canını sıkma...Bunlar hep böyleydi zaten, öğretilmiş gibi aynı boş lafları söyler dururlardı...Başlamış bir oyunun ortasında kuralları  değiştirmek isterler.. Sen bir kere istikametini koru, yine de onlara anlatmaya çalış inandığın gerçekliği, inatlarını görmezden gel, bilemezsin ki sen, bugün böyledir yarın seni cebinden çıkartacak mümin muvahhid biri olur çıkar... Ta ki sana, kardeşlerine sadece inanmış olduğunuz için doğrudan zarar vermeye kalktıkları ana kadar... O zaman öyle bir ayağa kalk ki, kendinden emin, güçlü; yer gök korksun...
Evleniyorsun, öyle mi? Mübarek olsun. Aman mehir konusunda çok özen göster, bu önemli… Niyetini temiz tut!
 Boşanıyor musun? Yine mübarek olsun, iyi düşünmüşsündür herhal… Hayat bu, olmasa iyiydi ama oluyor işte… Ama ucunda ölüm yok ya! Niyetini yine temiz tut! İddete özen, mehire de. Anladın mı şimdi neden o kadar ısrar ettim bu konuda başlangıçta. Mümkünse hiç zarar vermeden/görmeden ya da en az hasarla devam etmek gerek yola… Hele çocuklar… Onlar bu süreçten rahat çıksınlar, aksi takdirde hesap ağır olacak, unutma.
*********
Bütün bu sahneler, renkler, kokular ilginizi çekmediyse yazının kalan kısmını okumanıza gerek yok. Ama bu sınırsız gezi hali size cazip geldiyse şunu duymanız lazım: Bu yolculuğa çıkmak uzun hazırlık evreleri, büyük bedeller istemiyor sizden. Yükte hafif, pahada ağır bir derin talebi var bu kitabın: Gözünü, gönlünü, zihnini, bütün yeteneklerini sonuna kadar aç ve öylece gel... Gerisini bana bırak... Kafan karışırsa, anlayamazsan o zaman da bir bilene sor. Kur'an okumanın tek ön şartı bu.  Bu koşulu yerine getirenlere söyleyecek çok şeyi var Kur'an'ın çünkü insana dününü, bugününü, yarınını anlatan bu kitap - adı üzerinde-(Kur'an kelime kökü itibariyle okumak demek) okunmak üzere indirildi. Okumak malum olduğu üzere lafızla mananın aynı anda zihinde buluşması suretiyle gerçekleşiyor. Kur'an'ın Arapça lafzını okuma konusundaki performansa mana boyutunu da eklemenin önemi işte tam da burada şekilleniyor. Lafız manayı koruyor, mana lafzı amacına ulaştırıyor. Kur'an "okumayı” manasını da hesaba katarak düşünmek, kelimelerini sadece seslendirerek telaffuzla yetinmemek,  bu nedenle paha biçilmez bir değer.
Kur'an'ın doğum gününü içinde barındıran Ramazan’da da, diğer on bir ayda da, bir kaç küçük adım    -bittecrübe sabit- çok bereketli farkındalıklara kapı aralar:
*Kur'an okyanusunun kenarında gezen herkes, elindeki kabın vüsatince beslenir. “Kabım küçük” diye üzülme, bazen oradaki bir damla okyanuslara bedel olur.
*Bu alanda aza çoğa bakma! Her gün sadece tek bir ayetin ne dediğini öğrenmek bile, muhteşem bir birikimin nüvesini teşkil edebilir.
*Kur'an okumak çok basamaklı bir süreç. Son basamağı asla göremeyeceksin bunu bil ama yürümekten de asla vazgeçme. İlk basamak Kur’an’ı kurallarına uygun olarak güzelce okumak. İkincisi lafzen ne dediğinin farkına varmak. Okunanlar üzerinde işlem yapmak, dersler çıkarmak…  Basamaklar böylece yükseliyor…
*Kur’an’ı okurken bir cümle, bir hüküm gönlünü derinden yakalayıverdi. Durdun kaldın öylece… Ama sonra üzerinden zaman geçti, unuttun sanki onu. Korkma, bu her Kur’an okuyucusunun başına geliyor. Bu kitabın tasarımı biraz farklı, alışık olduğun giriş-gelişme-sonuç örüntüsü çoğu yerinde yok, konudan konuya konar gibi bir hali var ya, ondan. Tasalanma, o ayet senin gönlüne yerleşti, ihtiyaç anında nasıl da koşuverecek imdada, dene bak, denemesi bedava.
*Bir de bu durumun tersi var. Üç kere-beş kere okudun aynı sureyi… Bir sonraki okuyuşta sanki o ayetle ilk defa karşılaşmışsın gibi hissettin. Ne mi oldu? Bütün ayetleri yıllar önce insanlığa inen Kur’an’ın o ayeti, sana şimdi nazil oldu. Artık onu bir elmas gibi ince ince işlemek sana ait. Bu hal, ömrün son nefesine kadar döne döne Kur’an’ı okuma zorunluluğunun, onu başucu kitabı yapmanın da en önemli sebeplerinden biri.
*Zaman zaman nüzül sırasına göre okumaya özen göster, gör bak neler oluyor…
Hz. Peygamber, Kur’an okumayı yolculuk terimleriyle tanımlıyor ve bu yolculuğa heveslenenlere “müjdeler olsun” diyor. O halde, haydi, size de iyi yolculuklar…
(Bu yazı, aynı başlıkla Diyanet Aile Dergisinin Temmuz sayısında yayınlanan çalışmanın genişletilmiş halidir.)



[1] “Hor bakma sen toprağa, toprakta neler yatur” dizeleriyle başlayan olağanüstü şiiriyle Peygamberleri ve kendisinden önceki bütün güzel canları hayatına davet eden Koca Yunus’un canına selam olsun.